Oniki İmam
İnançları
Nasır Mekarim Şirazi
eKitap:
www.IslamKutuphanesi.com
Takımı
Bismillahirrahmanirrahim
1) Yaşadığımız çağda büyük bir tahavvül ve
değişimle yüzyüzeyiz, semavi dinlerin en büyüğü olan
"İslam'"dan kaynaklanan köklü bir değişim ve
dönüşümdür bu.
Çağımızda İslam yeniden
doğmuş, dünya Müslümanları uyanarak öz benliklerine dönmeye
başlamışlardır. Nitekim sorunlarına başkaca
hiçbiryerde bulamadıkları
çözüm yollarını İslam emirlerinde ve bu dinin usul ve füruunda
aramaya koyulmuş durumdadırlar artık.
Bu değişimin nedeni
başlıbaşına incelenmesi gereken apayrı bir konudur,
burada üzerinde durulması gereken konu bu köklü değişimin
İslam ülkelerinde, hatta İslam dünyası dışında
yarattığı muazzam etkilerin apaçık ortaya
çıkmış olmasıdır. Bu nedenledir ki bugün dünya insanlarının
büyük bir çoğunluğu, İslam'ın ne dediğini merak
etmekte ve İslam'ın insanlığa ne gibi bir mesaj ve öneri
sunduğunu öğrenmek istemektedir.
Bu durumda bizlere düşen, elbette ki
İslam'ı olduğu gibi, ne ekleme, ne azaltmada bulunmadan
insanlığa sunup anlatmak ve bu
dini ve ilgili mezheplerini öğrenmek isteyenlerin doğru bilgi
edinmesini sağlayarak başkalarının müdahelesini önlemektir,
zira ancak bu durumdadır ki başkalarının bizim
adımıza karar vermeye kalkışması önlenebilecektir.
2) Diğer dinler gibi İslam'da da çeşitli mezheplerin ortaya
çıktığı ve herbirinin kendine has akidevî ve amelî inançlar
taşıdığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Ne var ki bu
farklılıkların, sözkonusu İslam mezhepleri arasında
yakın işbirliklerini
imkansız kılacak bir hadde
olmadığı da hatırlanmalıdır. Binaenaleyh bu
İslamî mezhepler birbirleriyle uyum sağlayıp elele vermek ve
yekdiğerini kardeşçe kucaklayıp elbirliğinde bulunmak
suretiyle doğudan ve batıdan esen fırtınalar
karşısında varlıklarını koruyabilir ve hepsinin müşterek düşmanı
olan İslam muhaliflerinin bütün planlarını suya
düşürebilirler.
Bu birliktelik ve dayanışmanın
en önemli şartlarından biri, hiç şüphesiz İslam mezhepleri
ve çeşitli görüşlere mensup Müslümanların yekdiğerini
gereğince ve yeterince tanıması ve birbirlerinin özelliklerini
bilmesidir. Zira ancak birbirini yeterince tanıma yoluyladır ki
yanlış anlamalara yer kalmayacak ve çekinmeden elele, omuz omuza
verebilerek kardeşçe aynı safta durabileceklerdir.
Yekdiğerini tanıyabilmenin en iyi
yoluysa her mezhebin İslam usul ve füruuyla ilgili itikad ve görüşlerinin, o mezhebin en
tanınmış ve en ileri alimlerine müracaatla öğrenilmesidir.
Zira bilgisizlere müracaat edilmesi ya da bir mezhep hakkındaki bilgilerin o mezhebe düşman veya
karşı olanlardan alınması halinde sevgi ve nefretler
işin içine girecek ve hakikate
perde çekerek dostlukları engelleyip araya soğukluk
düşürecektir.
3) Yukarıdaki gerçeklere istinaden Şia mezhebinin temel
görüşlerini bu kitapçıkta toplayarak "Ehl-i Beyt İnancının
Temelleri" başlığı altında sevgili
araştırmacı kardeşlerimize sunmayı faydalı
bulduk. Elinizdeki eserin şu özellikleri taşımasına özen
gösterdik:
a) İlgili hususta gerekli bütün soruları giderecek öz bir
bilgiyi aktarması ve merak sahibi araştırmacı bir okurun
başka mütalaalara da gerek duymasına yer bırakılmaması.
b) Meselelerin hiçbir anlaşılmazlığa yer vermeyecek
şekilde net ve sarih anlatılması ve bu nedenle de, gereğinde
ilmî derinliğe de girilmesi, fakat yüksek dinî ilmiye medreselerindeki
ortamlara mahsus karmaşık ve anlaşılması güç özel
kelime ve deyimlerden kaçınılması.
c) Bu kitapçıkta amaç, Şia inancının sarih bir dille
anlatılmasıdır, bu inancın ispat ve delillerinin
sunulması gibi bir gaye elinizdeki kitapçıkta her ne kadar ana hedef
olarak belirlenmemişse de bu tür öz ve hülâsa ilmî çalışmaların
kaçınılmaz neticesi olarak gerekli durumlarda bazı hassas
mevzuların daha net açığa kavuşması için kısa da
olsa kitap (ayet), sünnet ve aklî delillerin belirtilmesine özen
gösterilmiştir.
d) Gerçeklerin ört-bas edilmeksizin açıklanması ve gereksiz
tartışmalardan kaçınılarak hakikatlerin olduğu gibi
ortaya çıkmasının sağlanması.
e) Bu tür bahislerde bütün İslam mezheplerine karşı
saygılı bir dil kullanılmaya özen gösterilmesi.
Elinizdeki eser, yukarıdaki noktalara
riayet edilerek bir Beytullah'il Haram seferinde hazırlandı; insan
ruh ve canının baştanbaşa maneviyat ve ilahi aşkla
yoğrulduğu bir yolculukta... Mevzular, daha sonra çeşitli
toplantılarda bir grup ulemanın da katılımıyla
görüşülüp müzakere edildikten sonra tamamlandı. Bütün bu
çabaların yukarıda belirttiğimiz gayelerin tahakkukuna
yardımcı olmasını ve Müslümanların hakkı,
hakikati ve bu vesileyle de kendilerini daha iyi anlamasında olumlu rol
oynamasını Rabb'ul Âlemin hazretlerinden niyaz etmekteyiz.
Umarız bu naçiz eser, yeniden diriliş günü bizlere azık olur. Bu
yüce gayeyle elimizi Rahman ve Rahim Allah'a açıyor ve şöyle diyoruz:
"Rabbimiz!
Biz "Rabbinize iman edin" diye imana çağıran bir
çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi
de, iyilik yapanlarla birlikte öldür."
(Âl-i İmrân,
193).
Muharrem-ul Haram 1417
Nasır Mekarim Şîrâzî
Biz
inanıyoruz ki: Yüce Allah bütün varlık
aleminin yegane yaratıcısıdır ve O'nun azamet, ilim ve
kudretinin izleri kainattaki bütün mevcudatın alnının tam
ortasındadır denilebilecek kadar apaçık ortadadır; bizim
varlığımızın derununda, canlılar
dünyasının tamamında, hayvanlarla bitkilerden, göklerdeki
samanyolları, gezegenler, yıldızlar ve yüksek alemlere
varıncaya kadar bütün kainatta aşikar ve besbellidir.
Biz
inanıyoruz ki: Bu dünyanın
varlıklarının sırları üzerinde düşündükçe O'nun
pâk zâtının azametini, ilminin ve kudretinin
sınırsızlığını daha iyi anlamaktayız.
İnsanoğlunun ilim ve teknikteki ilerlemeleri neticesinde her gün
O'nun ilim ve hikmetinden yepyeni kapılar açılmaktadır
insanlığın ufkuna. Bu da düşünce
ufuklarımızı genişletmekte ve bu tefekkür ve idrak O'na
olan ilgi ve aşkımızı günbegün artırmakta ve O'nun
zât-ı mukaddesine adım
adım yaklaşmamızı sağlayarak celal ve cemalinin
nurunda garkolmamızı mümkün kılmaktadır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Yakîn
arayanlar için yeryüzünde ayetler, işaretler vardır ve bizzat sizin
kendi varlığınızda da (böyle ayetler vardır.) Yine de
görmez misiniz?"[1]
"Şüphesiz göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde
temiz akıl sahipleri için gerçekten (apaçık ve besbelli) ayetler,
işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken, yan yatarken
Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı
konusunda düşünürler (ve derler ki:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın..."[2]
Biz
inanıyoruz ki: Yüce Allah'ın pâk zâtı
her nevi kusur ve noksandan beri ve münezzeh olup bütün kemallerle süslüdür,
dahası, O, "mutlak kemal" ve "kemalin tümü"dür,
başka bir deyişle varlık alemindeki bütün kemaller ve
güzellikler O'nun temiz ve yüce zâtından kaynaklanmaktadır:
"Öyle
bir ilahtır ki Allah; O'ndan
başka ilah yoktur, asıl malik, egemen ve asıl sahip O'dur, her
nevi eksiklik ve kusurdan kesinlikle münezzehtir, kimseye zulmetmez, huzur ve
güvenvericidir, her şeyi kollamakta ve gözetlemektedir, öylesine yenilmez
bir güçlüdür ki karşı konulması imkansız iradesiyle her
şeyi ıslah edip düzene koyar, büyüklük ve azamete lâyıktır
O, kendisine eş koşulan şeylerden münezzehtir O; yaratan
Allah'tır O, eşsiz bir yaratıcıdır O, emsalsiz bir
şekil ve suret verendir O, O'nun içindir güzel isimler (ve her nevi kemal
sıfatlar), göklerde ve yerde olan her şey O'nu tesbih eder, O Aziz
(mutlak galip) ve Hakim (hüküm ve hikmet sahibi)dir."[3]
Yukarıdaki ayetlerde geçen bu
sıfatlar Hak Teâla hazretlerinin celal ve cemal
sıfatlarının sadece bir kısmıdır.
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla hazretleri her
açıdan sonsuz ve sınırsızdır. İlim ve kudret,
ebedi hayat ve ezeli hayat açısından sonu ve nihayeti olmayan bir
varlıktır O. Bu nedenle de zaman ve mekana sığmaz; (çünkü
zaman ve mekan neticede sınırlı şeylerdir) buna rağmen
her yerde ve her zaman vardır ve hazırdır O, zira zamanın
ve mekanın ötesinde (aşkın) bir varlıktır O'nun
varlığı:
"Göklerde
ilah olan O'dur, yerde ilah olan O'dur, O hüküm ve hikmet sahibi olandır,
bilendir."[4]
"...
Siz her nerede iseniz O sizinle beraberdir, Allah, yapmakta
olduklarınızı görendir."[5]
Evet, O, bize bizden yakındır,
canımızın ta içindedir O, her yerdedir O, hiçbir mekanı
olmaksızın: "Biz, ona kalbinin damarından
(şahdamarından) daha yakınız."[6]
"Evvel
O'dur, Ahir O'dur, Gizli O'dur, Görünen O'dur, O her şeyi bilendir."[7]
Binaenaleyh Kur'an'da "Arşın sahibidir,
Mecid (pek yüce ve pek büyük)dir"[8] buyrulurken (ki burada geçen
"Arş", bazılarının zannettiği gibi,
şahların kullandığı görkemli tahtlar gibi bir oturma mekanı
değildir) veya "Rahman Allah, Arş'ta
oturmuştur"[9]
şeklinde tarif edilirken O'nun belli bir mekanı olduğu
söylenmemektedir, bilakis, O'nun egemenlik ve hakimiyetinin madde ve maddeötesi
bütün varlık alemlerini kapsadığı vurgulanmaktadır.
Aksi takdirde bu, O'nun sınırlandırılması demektir ki
bu da yaratıcının değil, mahlukatın
sıfatlarının O'na atfedilmesi ve O'nun da herhangi bir
varlık mesabesinde telakki edilmesi demektir, halbuki:
"O'nun
benzeri gibi olan hiçbirşey yoktur."[10]
ve:
"...Hiçbirşey
O'nun dengi değildir."[11]
diye buyrulmuştur Kur'an-ı Kerim'de.
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla hiçbir zaman gözle
görülemez, zira birşeyin gözle görülebilmesi demek onun cisim, mekan, yer,
renk, şekil ve yönü olması demektir ki bütün bunlar
yaratıklara mahsus olgulardır.
Allah Teâla ise, yaratıklara mahsus sıfatlara sahip olmaktan uzak ve
münezzehtir.
Binaenaleyh Allah Teâla'nın gözle
görülebileceğine inanmak bir nevi şirktir, ayette de buyrulduğu
üzere:
"Gözler
O'nu göremez, ama O, bütün gözleri görür; O Lâtif (lütuf sahibi) ve her
şeyden haberdardır."[12]
Yine bu nedenledir ki
İsrailoğullarının bahanecileri Hz. Musa'dan (a.s)
Allah'ı kendilerine göstermesini isteyip de "...Allah'ı apaçık
görmedikçe sana inanmayız."[13]
dediklerinde Hz. Musa (a.s) onları Tur dağına götürmekte ve
kavminin isteğini Rabbi'ne bildirdiğinde şu cevabı
almaktadır: "...Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o
yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin. Rabbi dağa tecelli edince
onu paramparça etti, Musa bayılarak yere düştü. Kendine
geldiğinde: "Sen ne yücesin (Rabbim!) Sana tevbe ettim ve ben iman
edenlerin ilkiyim" dedi."[14]
Böylece Allah Teâla'nın asla
görülemeyeceği gerçeği de anlaşılmış oldu!
Biz
inanıyoruz ki: Bazı ayet ve İslamî
rivayetlerde Allah Teâla'nın görülmesinden (likaullah) sözedilmesinin
nedeni, gözle değil can gözü ve bâtınla görebilmektir, zira Kur'an
ayetleri daima yekdiğirinin müfessiridirler: "Kur'an'ın bir
kısmı, bir kısmını tefsir eder."[15]
Hz. Ali (a.s) kendisine "Ey müminlerin
emiri, sen Rabbini gördün mü?" diye soran bir adama "Görmediğim bir
tanrıya tapar mıyım ben?" diye cevap verir ve
ardından şöyle ekler: "Gözler asla O'nu göremez, ama gönüller iman
gücüyle görür O'nu."[16]
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla için mekan, zaman, yön
cismiyet, görülme vb. gibi yaratığa mahsus sıfatları kâil
olmak, insanı Allah'ı tanımaktan uzaklaştırıp,
şirke bulaşmasına neden olur. Hak Teâla hazretleri
mümkünatın tamamından yüce ve onlara ait bütün sıfatlardan münezzehtir, zira "O'nun eşi ve benzeri yoktur."
Biz
inanıyoruz ki: Allah'ı tanıma hususunda
en önemli mesele tevhid meselesini anlamak ve O'nun pâk zâtının bir
ve tek olduğunu bilebilmektir. Gerçekte tevhid sadece dinin
esaslarından biri değildir, aynı zamanda İslam akaid ve
inançlarının tamamının ruhu ve temel mayasıdır.
Sarahatle diyebiliriz ki: İslam'ın
usulü ve füruu hep "tevhid"de şekillenmektedir. Her alanda
tevhid ve "bir"lik geçerli ve sözkonusudur. Örneğin: Allah
Teâla'nın pâk zatının vahdeti, O'nun sıfat ve fiillerinde
tevhid ve başka bir açıdan enbiyanın
çağrılarının bir oluşu, ilahi din ve
çağrının vahdeti, bizim kıble ve semavi kitap vahdetimiz,
bütün insanlar için Allah'ın hüküm ve emirlerinin vahdet ve birliği
ve sonuç olarak Müslümanların saflarında vahdet ve yine mead gününün
birliği!
Bu nedenledir ki Kur'an-ı Kerim,
Allah'ın bir olduğu (tevhid-i ilâhi) inancından her nevi sapma
ve şirke yönelmeyi affedilemez bir
günah saymakta ve şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Allah, kendisine
şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan daha
aşağısını, dilediği (ve layık bulduğu)
herkes için affeder. Allah'a eş ve ortak (şirk) koşan,
doğrusu büyük bir günah işlemiş ve iftirada bulunmuş
olur."
[17]
"Andolsun
ki sana ve senden önceki peygamberlere vahyolundu ki: "Eğer şirk
koşacak olursan şüphesiz bütün amellerin boşa çıkacak ve bu
durumda hüsrana uğrayanlardan olacaksın."[18]
Biz
inanıyoruz ki: Tevhidin türlü dalları ve
çeşitleri vardır, bunların en önemlisi aşağıda
belirtilen dört daldır:
a) Zâtta
Tevhid: Yani O'nun pâk zâtı ve benliği tektir ; hiçbir eşi,
benzeri ve emsali yoktur.
b) Sıfatta
Tevhid: İlim, kudret, ezeliyet, ebediyet vb. sıfatların
tamamı onun zatında biraradadır ve bunlar O'nun eşsiz
zâtıyla tamamen aynı ve birdir. Yani mahlukat ve
yaratılmışlarda olduğu gibi her sıfatı diğer
sıfatından ayrı ve varlığının zatı ve
özbenliği de yine bu sıfatlardan apayrı değildir. Bu arada
Allah Teâla'nın sıfatlarıyla O'nun mukaddes zâtının
ayniyeti (tıpatıp aynılığı) meselesini
anlayıp, idrak edebilmek için çok dikkatli ve hassas bir düşünce ve
tefekkürün gerekli olduğunu da hemen hatırlatalım.
c) Fiil
ve Eylemlerde Tevhid: Yani kâinatta vuku bulan her şey, bütün hal,
hareket, davranış ve oluşumlar hep Hak Teâla'nın irade ve
takdirinden kaynaklanmaktadır:
"Allah
her şeyin yaratıcısıdır, O her şey üzerinde vekildir
ve her şeyi gözetleyip denetleyendir."[19][CB1]
"Göklerin ve yerin anahtarları
O'nundur (O'nun kudret ellerindedir)."[20]
Evet, varlık dünyasında Allah
Teâla'nın münezzeh zâtından başkaca hiçbir etken yoktur.
Ancak, bu, amel ve
davranışlarımızın kaçınılmaz olduğu ve
bizim "mecbur" olduğumuz anlamına gelmez, bilakis, biz
irade ve karar verme hususunda hür ve serbestiz: "Biz onu (insanı) hidayet ettik (ve ona doğru yolu
gösterdik) isterse kabullenip şükredenlerden olur, isterse reddeder ve
nankör olur."[21]
"Doğrusu insan için kendi gayret ve
çabasından başka birşey yoktur."[22]
Bu Kur'an ayetleri, insanın hür bir
iradeye sahip bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak, hem hür irade
ve hem iş yapma gücünü Allah Teâla'dan almış olduğumuzdan
bizim bütün irade ve davranışlarımız neticede Allah
Teâla'ya dönmekte ve O'nun varlığına dayanmaktadır. Ancak
dikkat edilmesi gereken nokta, bu gerçeğin, yaptığımız
işler ve davranışlar karşısında mesuliyet ve
sorumluluğumuzu zerrece azaltmayacağıdır.
Evet, O bizim bütün
davranışlarımızı serbestçe ve hür bir iradeyle
yapmamızı ve böylece bizi sınav ve denemelere tabi tutarak
tekamül yolunda ilerlememizi sağlamak istemiştir. Zira
insanoğlunun tekamülü (kemal ve olgunluğa ermesi) ancak hür bir
iradeyle Allah'a itaat etmesi ve kendi
tercihiyle O'na yönelebilmesiyle mümkündür.
Zira bir insanın cebren ve zorla
yaptığı şeyler ne onun iyi
olduğunu gösterir ne de kötü
olduğunu!
Esasen biz insanlar eylem ve
davranışlarımızda böyle bir cebre muhatap ve mecbur
bırakılmış olsaydık bu durumda semavi kitaplarla
peygamberlerin hiçbir gereği kalmayacak, dînî emir ve vazifelerin
yapılıp yapılmaması hiçbir şey ifade etmeyecek ve
Allah'ın ödül veya ceza vermesinin de mantığı ve
anlamı kalmayacaktı.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek Ehl-i
Beyt'inden (a.s) öğrendiğimiz gerçektir bu, onlar "Ne mutlak
cebir doğrudur, ne de sorgusuz sualsiz tam bir serbestlik (tefviz), bu
ikisinin ortası bir durum geçerlidir." buyurmuşlardır.[23]
d) İbadette
Tevhid: Yani ibadet sadece Allah Teâla'ya mahsustur, O'nun mukaddes zatından
başka mabud (ibadete layık) yoktur. Tevhidin en önemli dallarından
biridir bu. Peygamberler de en ziyade bu
noktayı vurgulamışlardır: "Onlar (peygamberler) dini
yalnızca Allah'a halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler)
olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve
zekat vermekten başkasıyla emrolunmadılar. En doğru ve
ebedi kalıcı din budur işte."[24]
Ahlak ve irfanda kemale erişebilmek için
tevhid, bundan da derin bir hal alır ve insanın sadece Allah'ı düşünmesi,
O'ndan başka şeye gönül vermemesi, O'ndan başka hiçbirşeye
kendisini kaptırmamasını gerekli kılar; tevhidde
varılan kemalin bu noktasında kulun Allah'tan başka hiçbir
arzusu kalmaz, O'ndan başka hiçbirşeyi düşünmez ve hiçbir
şey onu Allah'tan alıkoymaz:
"Seni
kendisine meşgul edip Allah'tan uzaklaştıran her şey senin
putundur!"
Biz
inanıyoruz ki: Tevhidin dalları bu dördünden ibaret de değildir,
"mülkiyette tevhid" bunun bir
diğer dalıdır, yani her şey Allah'ındır:
"Göklerde
ve yerde ne varsa Allah'ındır..."[25];
keza "hakimiyet ve egemenlikte tevhid" de dallarından birisidir,
egemenlik tevhidi, yegane egemen olarak Allah'ı tanımak ve O'ndan
başka kanunkoyucu tanımamaktır: "Kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır."[26]
Fiil ve eylemlerde tevhidin aslı,
gerçekte şunu da vurgulamaktadır: Büyük peygamberlerin
gösterdiği mucizeler ve evliyaullahın kerametleri sadece "Allah
Teâla'nın izniyle" gerçekleşmektedirler. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de Hz. İsa Mesih (a.s) için şöyle buyrulmaktadır:
"Doğuştan
kör olanı ve iyileşmesi
artık imkansız olan alacalıyı benim iznimle
iyileştiriyordun ve yine benim iznimle ölüleri diriltiveriyordun!..."[27]
Yine
Kur'an-ı Mecid, Hz.
Süleyman'ın (a.s) vezirlerinden biri hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse dedi
ki: "Ben, gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim." Derken,
Süleyman o tahtı kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu, Rabbimin
fazlındandır, O'na şükürde mi bulunacağım, yoksa
nünkörlük mü edeceğim diye beni denemekte..."[28]
Binaenaleyh Kur'an'da da açıkça
belirtildiği gibi Hz. İsa Mesih'in (a.s) Allah Teâla'nın
izniyle, çaresiz hastaları iyileştirdiğine ve ölüleri
dirilttiğine inanmak tevhidin ta kendisidir.
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla'nın özel
görevlerle görevlendirmiş olduğu melekleri vardır ki bunlardan
bazısı peygamberlere vahyi iletmekle vazifelendirilmişlerdir.[29]
Bir kısmı da insanların
amellerini korumak (zaptedmek) için
görevlidirler.[30]
Bir kısım meleklerse ruhları
kabzetmekle görevlidirler.[31]
Bir kısım meleklerse dirençli ve
yılmaz müminlere yardım etmekle görevlidirler.
[32]
Bir kısmı savaşlarda müminlere
yardım ederler.
[33]
Bir kısım melekse Allah'a isyan eden
tuğyankar kavimleri cezalandırırlar[34]
ve varlık dünyasında daha başka birçok vazifeyle görevlidirler.
Bu görev ve vazifeler Allah Teâla'nın izni ve O'nun kudreti
sayesinde gerçekleştiğinden "fiillerde tevhid" ve
"Rububiyet tevhidi" aslıyla asla çelişmemekte, bilakis, bu
aslı önemle vurgulamaktadır.
Aynı şekilde bundan da
anlaşılacağı üzere peygamberler, masumlar ve meleklerin
şefaatleri de yine Allah Teâla'nın izni ve O'nun kudretiyle
olacağından tevhidle çelişmemekte, tevhidin bir parçası
sayılmaktadır: "O'nun izni olmadıkça kimse şefaatçi
olamaz."[35]
Bu mesele ve "tevessül" meselesi
hakkında detaylı bilgiyi "peygamberler" bahsinde aktarmaya
çalışacağız inşaallah.
Biz
inanıyoruz ki: "İbadette tevhid"
bahsinde de belirttiğimiz üzere ibadet sadece Allah Teâla'ya mahsustur, bu
nedenle de kim O'ndan başkasına taparsa "müşrik"tir.
Bütün peygamberlerin davetlerinin müşterek ana eksenlerinden biridir bu. "Allah'a
ibadet ediniz, O'ndan başka mabudunuz ve ilahınız yoktur!"
buyruğu Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin dilinden defalarca
aktarılmaktadır.[36]
Nitekim biz Müslümanlar her namazda Hamd Suresi'ni
okurken İslam'ın bu önemli prensibini tekrarlamakta ve "Biz
sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz"
demekteyiz.
Kur'an'da belirtildiği üzere
peygamberlerle meleklerin Allah'ın izniyle şefaatçi olabileceğine
inanmanın "ibadet" anlamında olamayacağını
da hemen belirtelim.
Aynı şekilde kulun peygamberlere
herhangi bir sorununun çözümlenmesini Hak Teâla'dan talepte bulunmaları
için tevessül etmesi ve onları aracı kılması "ibadet
ve tapınma" olmadığı gibi ibadet ve "fiiliyat
tevhidi"yle de asla çelişmemekte, bilakis, kulun Allah'a yönelebilmesi için açık
bırakılan nice kapılardan birisi olarak kabul görmektedir. Daha
ileriki bahislerimizde "peygamberlik" mevzuunu işlerken bu
konuyu da etraflıca ele alacağız inşaallah.
Biz
inanıyoruz ki: Hak Teâla hazretlerinin
varlığının izleri ve işaretleri bütün varlık
alemini baştanbaşa kuşatmışsa da O'nun yüce
varlığının hakikati hiçkimseye aşikar değildir ve
kimse O'nun mukaddes zâtının künhüne varamaz. Çünkü O'nun münezzeh
varlığı her açıdan sınırsız ve sonsuzdur,
bizse her açıdan sınırlı ve mahdut. Bu durumda
"kısıtlı" bir varlığın
"kısıtsız, sınırsız ve sonsuz bir
varlığı" büsbütün kuşatamayacağı ve esasen
O'nun varlığının sınırlarına
ulaşabilmesinin mümkün dahi olmayacağı apaçık
ortadadır: "Gerçekten O, her şeyi sarıp kuşatandır."[37]
"Allah
onların hepsini kuşatmıştır."[38]
Düşünceyle varamazsın O'nun künhüne
Ne akıllar alır, ne bilge bilir
Samançöpü dalabilse derine
Sen de O'nu kavrayabilirsin demektir!
Nebevî hadiste de buyrulduğu üzere
"Biz, sana, layık olduğun vechiyle ibadet edebilmiş
değiliz, seni hakkıyla tanıyabilmiş de değiliz
biz."[39]Ancak
bu arada O'nun zatını tamamiyle kavramanın imkansız
olması nedeniyle O'nu nisbeten ve ana hatlarıyla tanımaktan da
vazgeçilmesi ve bizim için hiçbirşey ifade etmeyecek olan bazı
kelimelerin zikriyle yetinilmesi gerektiği şeklinde bir
yanlış anlamaya da meydan verilmemelidir, zira bu,
"marifetulah"ın büsbütün tatil edilmesi demektir ki biz buna karşıyız, zira başta
Kur'an gelmek üzere bütün semavi kitaplar marifetulah için inmiş,
Allah'ı tanımamız ve O'na yönelmemiz için nazil
olmuşlardır.
Bu hususta çeşitli örnekler verilebilir,
mesela biz ruhun aslının ve hakikatinin ne olduğunu bilmiyoruz,
ama bu hususta elbette ki kısa ve öz bir bilgiye sahibizdir, nitekim ruhun
var olduğunu bilmekte ve onun izlerini açıkça müşahede
etmekteyiz.
İmam Muhammed Bâkır hazretlerinden
(a.s) ulaşan şu hadis pek ilginçtir: "Aklınıza ve tasavvurunuza sığdırabileceğiniz
her şey ve her düşünce sizin zihninizin yaratığıdır
ve ( yaratık olma açısından) o da tıpkı sizin gibidir
ve size döner. Allah Teâla sizin o azami düşünce mahlukunuzdan elbette ki
münezzeh ve O'ndan çok daha üstün ve yücedir."[40]
Hz. Ali'den (a.s) ulaşan bir başka hadiste de Allah
Teâla'yı tanıma bilimi
(marifetullah) pek güzel ve sarih bir tabirle şöyle ifade edilir:
"Münezzeh
Allah Teâla hazretleri,
sıfatının künhü ve
sınırlarını akıllara bildirmemiş (ama) bu hususta
onları gerekli bilgiden mahrum da bırakmamıştır."[41]
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla'yı tanıma,
O'nun sıfatlarını bilme ve marifetullah'ın mümkün
olmadığını söylemek ve tatile inanmak ne kadar
yanlışsa "teşbih" yoluna gitmek de bir o kadar yanlıştır
ve insanı "şirke"
götürür. Yani o mukaddes zât'ın hiçbir şekilde bilinip tanınamayacağını
ve bizim O'nu (kendi haddimiz ve kapasitemizin elverdiği ölçüde)
tanıyabilmemizin kesinlikle mümkün olamayacağını
düşünmek yanlış olabileceği gibi O'nu herhangi bir
şeye benzetebilmek ve "şöyle olabilir" diyebilmek de
doğru değildir. Birinci yolun "ifrat" ikinci yolun da
"tefrit" olacağını önemle belirtmekte fayda
vardır.
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla insanoğlunu hidayet ve kemale
ulaştırıp, sonsuz saadete kavuşmasını sağlamak
amacıyla peygamberler ve elçiler göndermiştir. Bu elçi ve
peygamberler gönderilmemiş olsaydı, insanın yaratılış
gayesi gerçekleşmeyecek ve insanoğlu sapıklık, eksiklik, hata ve günah batağında
kalakalacaktı. Bu ise Allah'ın öngördüğü amaçla çelişen bir
olgudur: "Peygamberler müjdeci ve korkutucular olarak gönderildiler ki
onlardan sonra insanların Allah'a karşı öne sürebilecekleri özür
ve bahaneleri kalmasın (ve peygamberler saadetin yolunu herkese göstererek
son görevlerini de tamamlamış ve gerekeni yapmış olsunlar).
Allah üstün ve güçlü olandır, hikmet ve hüküm sahibidir."[42]
Biz
inanıyoruz ki: Bu peygamberlerin beşi
"Ululazm" peygamberdir; yani yeni bir şeriat ve kitapla
gelmişlerdi, gönderilişleri sırayla şöyleydi: Hz. Nuh,
İbrahim, Musa, İsa (Allah'ın selamı onlara olsun) ve risaletin
son halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve âlihi ve
sellem).
"Hatırla;
biz peygamberlerden kesin söz almıştık (bu cümleden olmak üzere)
senden de, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan
da (peygamberlik ve elçilik görevini gereğince yerine getirip,
Allah'ın hükmünü insanlara tebliğ edeceklerine dair) kesin söz
almıştık."[43]
"Artık
sen sabret, azim sahibi (Ululazm) peygamberlerin sabrettiği gibi."[44]
Biz
inanıyoruz ki: Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlerin sonuncusu olup, onun getirdiği şeriat kıyamete
kadar bütün insanları bağlayıcıdır; yani İslam
dininin getirdiği hüküm, emir, eğitim ve prensipler, maddi ve manevi
sahalarda insanoğlunun kıyamete kadar bütün ihtiyaçlarını
giderebilecek ve bütün sorunlarını halledebilecek kapasite ve
niteliktedir, ondan sonra peygamberlik ve elçilik iddiasına girişecek
olan herkesin iddiası batıl ve
kesinlikle geçersizdir:
"Muhammed,
aranızdan hiçbirinin babası (babalığı) değildir,
ancak o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur, Allah her
şeyi bilendir (bu nedenle de gerekli her şeyi son peygamberinin
emrine vermiştir)."[45]
Biz
inanıyoruz ki: Yüce İslam dini, ilahi
dinlerin kamili ve bu nedenle de gönderildiği andan itibaren artık
bütün dünya insanları için geçerli
yegane "İlâhî resmî" dindir, ancak Müslümanlar, ister İslam
ülkesinde, ister başka ülkelerdeki bütün diğer semavî dinlerin
mensuplarıyla barış içinde yaşamak ve
barışçı münasebetlerde bulunmakla mükelleftirler; ama
Müslümanlarla mücadeleye kalkışan ve İslam'la savaşanlar bu
kuralın dışında kalırlar:
"Allah,
sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp
çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli
davranmanızdan sizi menetmez, çünkü Allah adaletle davrananları
sever."[46]
Biz
inanıyoruz ki: Mantık ve akla dayalı
makul bahislerle İslam'ın hakikat ve hükümlerini insanlara
anlatıp açıklayabilmek pekalâ mümkündür. İslam, doğru anlatılması
ve sahih usullerle açıklanması halinde insanlarca kolaylıkla
kabul görecek bir dindir, bilhassa çağımız insanlığının
İslam'a duyduğu güçlü eğilim ve ilgi bunun en bâriz
göstergesidir.
Yine bu nedenledir ki biz, İslam'ın
zorla ve baskıyla başkalarına kabul ettirilmemesi gerektiği
inancındayız:
"Dinde
zorlama ve baskı yoktur,[47]
gerçek şu ki, doğru yol, doğru olmayan yoldan apaçık
ayrılmış (ve ikisi de besbelli ortaya çıkıp
anlaşılmış)tır artık."[48]
Biz
inanıyoruz ki: Müslümanların,
İslam'ın emirlerine uygun bir yaşayış ve
davranış sergilemeleri İslam'ı tebliğ ve
tanıtmanın en mükemmel yoludur, binaenaleyh zorlama ve baskıya
gerek olmayacağı apaçık ortadadır.
Biz inanıyoruz
ki: Bütün peygamberler masum ve
günahişlemezdirler. Yani ister peygamberlikle görevlendirilmeden
önce, ister peygamberlikleri
sırasında olsun, hayatları boyunca her nevi hata,
yanlış ve günahtan beri ve uzaktırlar ve Allah Teâla'nn özel
koruması altındadırlar. Aksi takdirde, onların bir tek hata
veya günah işlemesi halinde insanların bir "peygamber"
olarak onlara olan güven ve itimadı sarsılacak ve Allah'la kendi aralarındaki
bu iletişime güvenleri kalmayacak, onları bir ömür boyu kendilerine
örnek alıp tartışılmaz kılavuzlar olarak
kabullenemeyeceklerdir.
Bu nedenledir ki, Kur'an'ın bazı
ayetlerinde bazı peygamberler için serzeniş yollu ifadeler
kullanılması ve onlara
"hata veya günah" nisbet edilmesinin nedeni, "terk-i
evlâ"da bulunmaları; yani "iyi" olan iki şeyden
"daha iyi"yi seçecekleri yerde
"daha az iyi"yi seçmiş olmalarıdır. Ya da başka
bir deyişle bu: "İyilerin yaptığı iyi davranışlar (bazen) mukarrebler
(yaklaştırılmış insanlar) için günah telakki
edilir"[49]
sözüne dayalıdır; çünkü herkesin,
kendi şanına uygun davranması beklenir.
Biz
inanıyoruz ki: Peygamberlerin en büyük iftiharları,
Allah'a itaat eden ve O'nun emir ve
nehiylerine kesinlikle uyan kullar olmalarıydı. Bu nedenledir ki her
gün, yevmiye namazlarımızda "Şehadet ederim ki Muhammed (s.a.a)
Allah'ın kulu ve elçisidir" demekteyiz.
Biz, Allah'ın gönderdiği
peygamberlerden hiçbirinin ilahlık iddiasına kalkışıp,
insanları kendilerine tapınmaya davet etmediğine
inanmaktayız:
"Allah'ın
kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği vermiş olduğu
hiçkimsenin, insanlara "Allah'ı, bırakıp, bana kulluk
edin" demesi yakışmaz."[50]
Hz. İsa Mesih de (a.s) insanları kendisine tapmaya davet
etmemiş ve kendisinin Allah'ın bir kul ve O'nun elçisi olduğunu
hatırlatmıştır daima:
"Mesih
de, Allah'a yakınlaştırılmış (yüksek derece
sahibi) melekler de, Allah'a kul olmaktan asla çekinmediler."[51]
Nitekim hıristiyanlık tarihine ait
belgelerde de itiraf edildiği üzere teslis (üçlü tanrı) inancı
hıristiyanlığın ilk yüzyılında yoktu, bu
batıl inanç daha sonra türetilmiştir.
Peygamberlerin seçkin birer "kul"
olmaları, onların, Allah'ın izniyle geçmiş, gelecek ve
şimdiki zamana ait bazı gaybî olaylardan haberdar olmalarına
asla engel değildir: "Oysa, gaybı bilendir, kendi
gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz, ancak
elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtiği) kimseler
başka..."[52]
Nitekim Hz. İsa Mesih'in (a.s)
mucizelerinden biri de, insanlara bazı gizli şeyleri haber
vermesiydi: "Yediklerinizi ve evlerinizde zahîre olarak sakladıklarınızı
size haber veririm..."[53]
Hz. Resul-ü
Ekrem efendimiz de (s.a.a) Allah
Teâla'nın izniyle birçok gizli olayı haber verip bildirmişlerdir:
"(Ey
Muhammed) bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir..."[54]
Binaenaleyh Allah'ın elçileri ve
resulleri olan peygamberler, yine Allah'ın izni ve O'nun bildirmesiyle
(vahy yoluyla) gerektiğinde pekâla gaybdan haberler verebilirler:
"De
ki, size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, gaybı
da bilmiyorum ve ben size, bir melek olduğumu da söylemiyorum, ben, bana
vahyedilenden başkasına uymam..."[55]
gibi bazı ayetlerdeki beyanların nedeni ise "Peygamberin
kendiliğinden gaybı bilemeyeceği"dir; ayetin devamında
da vurgulandığı üzere peygamber, kendisine vahyle bildirilmesi halinde
gaybı elbette ki bilebilir. Bu arada Kur'an ayetlerinin birbirini tefsir
ettiğini ve açıkladığını da hemen hatırlatalım.
Binaenaleyh biz şuna inanıyoruz ki
peygamberler, Allah Teâla'nın izniyle olağanüstü şeyler ve büyük
mucizeler yapabiliyorlardı. Allah'ın izniyle böyle bir vak'anın
vuku bulabilmesi pekâla mümkün olup, bu yüce hakikate iman etmek de elbette ki
şirk olmaz; peygamberlerin Allah'ın izniyle mucize göstermeleri
onların bir kul olmasıyla çelişen bir olgu değildir.
Nitekim bizzat Kur'an'da da açıkça belirtildiği üzere Hz. İsa
Mesih (a.s) Allah'ın izniyle
ölüleri diriltiyor, çaresiz hastalıkları Allah'ın emriyle iyileştiriveriyordu:
"...ve
Allah'ın izniyle, doğuştan kör olanı, alaca
hastalığına yakalanını iyileştirir ve ölüyü
diriltirim..."[56]
Biz
şuna inanıyoruz: Başta İslam
peygamberi Hz. Resulullah (s.a.a) gelmek üzere, Allah'ın göndermiş olduğu
peygamberler, şefaat makam ve derecesine sahiptirler ve bazı özel
günahkârlar için Allah katında şefaatte bulunacaklardır; ancak,
bu da yine Allah Teâla'nın izniyle mümkün olmaktadır elbette:
"Allah
Teâla'nın müsaadesi olmadıkça hiçkimse şefaatçi olamaz..."[57]
ve:
"...İzni
olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kim
olabilir?..."[58]
"Ey
iman edenler! Onda (mutluluk ve kurtuluşun parayla
satınalınabileceği) hiçbir alış-verişin ve
(yekdiğerini kurtarabilmek için) hiçbir dostluğun ve (Allah'ın
izni olmaksızın) hiçbir şefaatin olmadığı gün
gelip çatmadan size rızık olarak verdiklerimizden infak edin."[59] mealindeki ayette buyrulan da "Allah'ın izni olmaksızın
ve kendiliğinden şefaatte bulunabilme gücü"dür, keza, şefaat liyakati
taşımayanları kapsar, zira daha önce de belirttiğimiz üzere
Kur'an'daki ayetler yekdiğerinin açıklayıcısı ve müfessiridirler.
Biz
inanıyoruz ki: Şefaat meselesi
bireyleri eğitip yetiştirme,
günahkârları doğru yola çevirme; dürüstlük, doğruluk, takva ve
iyiliğe teşvik edip, onlara ümit aşılama yolunda pek önemli
bir olaydır. Hem, şefaat, rastgele bir olay da değildir, sadece
şefaate layık olanları kapsar; yani kendilerine
şefaatte bulunacak olanla
irtibatlarının tamamen kopmasına yolaçacak kadar haddi
aşmamış olanlar içindir şefaat. Başka bir deyişle
"şefaat" günah işleyenlere ciddi bir uyarıdır.
"Arkanızdaki köprüleri büsbütün yıkmayın, bütün
dalları kırmayın; geriye dönebileceğiniz bir köprü,
tutunabileceğiniz bir dal bırakın ki size şefaatte
bulunabilsin!" demektir günahkârlara.
Biz
inanıyoruz ki: Tevessül konusu da şefaat
konusu gibidir; maddi veya manevî bir sorunu olanlar, Allah'ın izniyle bu
sorunlarının hallini Allah
Teâla'dan istemeleri için Allah'ın velilerine müracaat ederler. Yani bir
taraftan bizzat kendileri Hakk'ın dergâhına yönelip yakarır,
diğer taraftan da Evliyaullah'ı aracı kılarlar:
"...Onlar
kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan
bağışlanma dileselerdi ve peygamber de onlar için
bağışlanma dileseydi elbette Allah'ı, "tevbeleri kabul
eden ve esirgeyen" olarak bulurlardı."[60]
Yine Kur'anda Hz. Yusuf'la (a.s)
kardeşleri anlatılırken şöyle geçer: "(Yusuf'un
kardeşleri, babalarına tevessülde bulunup onu aracı
kılarak) "Ey babamız, bizim için günahlarımızın
bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya
düşenler idik" dediler. (İhtiyar babaları Hz.
Yakup (a.s) onların bu dileğini kabul ederek) "İleride sizin için
Rabbimden bağışlanma dilerim, çünkü O,
bağışlayandır,
esirgeyendir" dedi."[61]
Bu ayetler, geçmiş ümmetlerde de
tevessülün bulunduğunu göstermektedir.
Ancak, Evliyaullah'a tevessülde
bulunmanın haddi budur ve bu haddi aşmamak gerekir: Evliyaullah ancak
Allah'ın izniyle vesile olurlar, onları bu hususta Allah'tan müstakil
zannetmek kesinlikle "şirk" ve "küfür"dür.
Keza, tevessül, Evliyaullah'a ibadete de
dönüşmemelidir; aksi takdirde bu da kesinlikle "küfür" ve
"şirk" olacaktır. Zira onlar Allah Teâla'nın izni ve
gücü olmaksızın herhangi bir zarar veya yarara malik
değildirler: "De ki: Allah'ın dilemesi dışında kendim için
yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim..."[62]
Ancak, bütün İslam mezheplerinde, avam
arasında tevessül meselesini ifrat veya tefrit noktalarına götürenler
de çıkmaktadır ki, bunların şefkatle irşad ve hidayet edilmesi
gerekir.
Biz
inanıyoruz ki: Bütün peygamberlerin müşterek
bir hedefi vardı: Allah'a, ahirete ve hesap gününe inanmak, sahih bir dînî
eğitim ve terbiyeden geçirmek ve insan toplulukları arasında
ahlakî prensipleri güçlendirmek yoluyla insanlığı saadete ve
mutlu bir yaşama kavuşturmak! Bu nedenledir ki gönderilen bütün
peygamberler bizim nazarımızda saygın ve muhteremdirler,
hepsinin bütün insanlığın boynunda hakkı vardır ki bu
hakikati bizzat Kur'an'dan öğrenmekteyiz: "...Allah'ın peygamberleri
arasında hiçbirini diğerinden ayırdetmeyiz."[63]
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki zamanla insanoğlu ilerlemiş ve
daha ileri eğitimlere hazır hale gelmiş olduğundan ilahi
dinler de buna paralel şekilde giderek mükemmelleşmiş ve
getirdikleri usul, prensip ve kurallar gittikçe daha ileri ve daha derin bir
hal almış ve nihayet sıra en mükemmel, en son ve en ileri din
olan İslam'a gelmiştir: "...Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size (mükemmel ve
kalıcı) din olarak İslam'ı) seçip beğendim."[64]
Biz
inanıyoruz ki: Geçmiş peygamberlerin
çoğu, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberleri haber
vermişlerdir, bu cümleden olmak üzere Hz. Musa ve Hz. İsa Mesih de
(Allah’ın selamı üzerlerine olsun) İslam peygamberi Hz. Resul-i
Ekrem'in (s.a.a) geleceğini bildirmişlerdir ki bu haberlerin bir
kısmı halâ bu dinlerin kitaplarında mevcuttur:
"Ki
onlar, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği)
yazılı bulacakları (okuma yazması olmayan) ümmü (ama
bilgili ve bilinçli) haber getirici (nebi) olan peygamber (Resul)e
uyanlardır... Kurtuluşa erenler işte bunlardır."[65]
Nitekim tarih bu hakikati şöyle
kaydetmiştir: İslam peygamberinin (s.a.a) zuhurundan bir süre önce
çok sayıda yahudi Medine'ye gelip yerleşmiş ve
sabırsızlıkla o hazretin zuhurunu beklemeye
başlamışlardı. Çünkü kendi kitaplarından, onun bu
diyarda (Medine'de) zuhur edeceğini anlamışlardı. Derken o
hazret zuhur etti ve bekledikleri güneş olanca
parlaklılığıyla doğuverdi, ama onu bekleyenlerin
sadece bir kısmı ona iman edip, şahsi çıkarlarını
tehlikede gören bir diğer kısmıysa bile bile hakkı ayaklar
altına alıp o hazrete karşı çıktı!
Biz
inanıyoruz ki: Allah'ın peygamberlerine
nazil olan semavi dinler (bilhassa İslam dini) sadece bireyin şahsî
hayatını ıslah edip düzeltmekle veya sırf ahlakî ve manevî
meselelerle sınırlı kalmamış; bilakis, bireyin ve
toplum hayatının istisnasız bütün boyutlarının
ıslahını hedeflemiş ve böyle bir yeterlilik ve kapsamla
gönderilmişlerdir. Hatta insanlar, güncel yaşamlarında ihtiyaç
duydukları birçok bilgi ve bilimi de onlardan öğrenmiştir ki
bunların bir kısmına Kur'an'da değinilmiştir.
Biz
inanıyoruz ki: Gönderilen peygamberlerin en önemli
hedeflerinden biri, insanlığı adalete yöneltmekti:
"Andolsun biz, peygamberlerimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve
insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla birlikte kitabı ve
mizanı (hakkı batıldan ayırma kabiliyeti ve âdilâne
kanunlar) indirdik."[66]
Biz
inanıyoruz ki: Başta İslam peygamberi
gelmek üzere, gönderilen peygamberlerden hiçbiri ırkçılık ve
kavmiyetçiliği onaylamamış, bilakis bütün ırk, dil, kavim
ve milletlere bir gözle bakmışlardır. Zira Kur'an-ı
Kerim'de de buyrulduğu üzere: "Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve
bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için
sizi halklar ve kabileler haline
getirdik (ama bunlar asla üstünlük sebebi değildir). Hiç şüphesiz
Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır..."[67]
Meşhur bir hadiste, Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) bir hac merasimi sırasında Mina'da bir
devenin üzerinde halka hitaben
şöyle buyurduğu geçer:
"Ey insanlar! Biliniz ki hepinizin
Allah'ı birdir, babası bir! Ne arabın aceme (arab olmayana) bir
üstünlüğü vardır, ne de acemin araba! Ne siyah derilinin buğday
tenliye bir üstünlüğü sözkonusudur, ne buğday tenlinin siyah
deriliye! Tek üstünlük takvadadır! Ey insanlar, bana emredileni size
hakkıyla iblağ etmiş oldum mu?! (herkes "evet!" diye
bağırınca) "Bu söylediklerimi duyanlar duymayanlara
duyursun!" buyurdular.[68]
Biz
inanıyoruz ki: Ana hatlarıyla Allah'a,
tevhide ve gönderilen nebilerin öğrettiği usul ve prensiplere inanmak
ve uymak, her insanın yaradılışında varolan fıtrî
bir eğilimdir. İlahi peygamberler bu verimli tohumları vahy
nehriyle sulayıp şirk, küfür ve sapma şeklindeki zararlı
otlardan temizlemişlerdir: "...Yüzünü, Allah'ı birleyen (bir hanif)
olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bu
(temiz fıtrat) üzere yaratmıştır, Allah'ın yaratışında
hiçbir değişiklik yoktur (ve bu fıtrat bütün insanlarda sabittir). İşte hep
kalıcı ve sapa sağlam din budur, ama insanların çoğu
bilmez."[69]
Bu nedenledir ki din, tarih boyunca daima
insanlar arasında varolagelmiş ve büyük tarihçilerin de itiraf
ettiği üzere dinsizlik ve inançsızlık her zaman bir istisna ve
fantezi olmuştur. Hatta uzun yıllar boyunca en yoğun dinsizlik
propagandalarına maruz bırakılıp, inançlarından
vazgeçmeleri için en sert baskılara tabi tutulan milletler bile
üzerlerindeki bu baskılar kalkıp da hürriyetlerine kavuşunca,
inanılmaz bir süratle dine yönelmekte ve maneviyata
koşmaktadırlar. Ancak, geçmiş kavimlerin birçoğunun kültür
seviyesinin aşağı olması, dinî inanç ve kuralların
türlü hurafe ve bâtıl inançlarla karışıp bozulmasına
yol açmış ve bu bozulmaların düzeltilip insan fıtratının
kir ve paslardan temizlenmesi için çeşitli dönemlerde ilahî peygamberler
gönderilmiştir.
Biz
inanıyoruz ki: İnsanoğlunun hidayeti
bulup doğru yola yönelmesi için Allah Teâla nice mushaf ve kitaplar göndermiş; bu
cümleden olmak üzere Hz. Nuh'la (a.s) İbrahim'e (a.s)
mushaflarını, Hz. Musa'ya (a.s) Tevrat'ı, Hz. İsa'ya (a.s)
İncil'i ve Hz. Resul-i Ekrem efendimize (s.a.a) de Kur'an-ı Kerim'i nazil etmiştir. Bu kitaplar ve
bu peygamberler gönderilmemiş olsa, insanlar Allah'ı tanıma ve
O'na ibadette bulunma hususunda türlü hatalara kapılacak; takva, ahlâk,
eğitim ve terbiye prensipleriyle; ihtiyacı olan sosyal kural ve
prensiplerden uzak düşmüş olacaktı ki bu da
insanlığın felaketi demekti.
Bu
semâvi kitaplar, tıpkı rahmet bulutları gibi insanların
gönül tarlasına yağarak takva, dürüstlük, Allah aşkı,
ahlâk, ilim ve hikmet tohumlarının yeşerip, boy atmasına
neden oldular:
"Peygamber,
kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de. (Müminlerin) Tümü,
Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına ve Peygamberlerine inandı..."[70]
Her ne kadar zaman aşımında ve
cahillerle ehil olmayanların yersiz ve zararlı müdaheleleri sonucu,
semâvî kitapların çoğu tahrif edilip, asıl ve orjinal
hallerinden koparılarak batıl düşüncelerle kirletildiyse de, son
kitap olan Kur'an-ı Kerim, ileride belgelerini de belirteceğimiz
üzere bu tür tehlikelerden özel olarak korunmuş ve Allah Teâla'nın
takdiriyle zerrece değişime
uğramaksızın bütün asırlar ve bütün çağlara
aydınlık saçan sönmez bir güneş misali parlamayı
sürdürmüştür:
"...Size
Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Allah, rızasına
uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve
onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır."[71]
Biz
inanıyoruz ki: Kur'an, Hz. Resulullah efendimizin
(s.a.a) en önemli mucizesidir. Sadece fesahat ve belagatte bir edebiyat
şaheseri olup kolay anlaşılır, akıcı ve çok cazip
bir beyan tarzı taşıması değil, akaid ve kelam
kitaplarında tafsilatıyla geçen daha birçok özelliği nedeniyle
de Kur'an nice mucizeleri kapsayan
istisna bir kitaptır.
Bu nedenle de şuna inanmaktayız:
Kimse Kur'an'ın bir benzerini, hatta ondaki surelerden birinin bir benzerini
getirmeye kâdir değildir. Kur'an, kendisinden şüpheye
kapılanlara bunu defalarca meydan okumakta ve onlara bu hakikati sürekli
hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: "De ki eğer bütün
insanlarla periler (cin ve ins) bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere
toplansa (onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa
bile) onun bir benzerini getiremezler."[72]
"Eğer
kulumuza (Hz. Peygamber'e (s.a.a), indirdiğimizden (Kur'an'dan)
şüphedeyseniz, (en azından) ona benzer bir sure getirin ve eğer
doğru sözlüler iseniz Allah'tan
başka şahitlerinizi
(kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) da
çağırın."[73]
Keza zaman geçtikçe Kur'an'ın
eskimeyeceğine, hatta onun şaşırtıcı
özelliklerinin zamanla da net bir şekilde anlaşılıp, ortaya
çıkacağına ve insanların Kur'an'ın büyüklük ve
azametini daha iyi anlayacağına inanmaktayız.
İmam Sadık (a.s) hazretlerinden
ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
"Yüce
Allah Teâla, Kur'an'ı belli bir zaman veya belli bir kesim için
göndermiş değildir; bu nedenle de her zaman yepyeni ve kıyamete
değin her kesim için taptazedir
o."[74]
Biz
inanıyoruz ki: Bugün dünya
Müslümanlarının elinde bulunan Kur'an, Hz. Resulullah'a (s.a.a) nazil
olan Kur'an'ın ta kendisi olup, zerrece ekleme veya eksiltmeye
uğramamıştır.
Nazil olduğu ilk günlerden itibaren vahy
katipleri bütün ayetleri yazmış, bütün Müslümanlar bunları gece
gündüz okumakla görevlendirilmiş ve günlük beş vakit namazlarda
tekrarlamışlardır. Yine kalabalık bir hafızlar grubu
bütün ayetleri muntazam bir şekilde ezberlemekte, Kur'an hafız ve
kaarileri (okuyanları) Müslüman topluluklar arasında özel bir itibar
ve prestij görmekteydiler ki, bu durum bugün de geçerliliğini
korumaktadır.
Bütün bunlar ve daha
sayamadığımız nice tedbir ve etkenler, Kur'an'ın
zerrece tahrife uğramaksızın olduğu gibi günümüze kadar
ulaşmasını sağlamıştır.
Bunlar bir yana, Alah Teâla hazretleri Kur'an'ı kıyamete değin bizzat
koruyacağını vaadetmiştir ki, bu garantiden sonra Kur'an'da
zerrece tahrif yaratmaya hiçbir gücün muktedir olamayacağı
apaçık ortadadır:
"Hiç
şüphesiz Kur'an'ı biz indirdik ve O'nu kesinlikle koruyacak olan da
biziz!"[75]
İster Şia, ister sünni olsun bütün
büyük İslam alimleri, Kur'an'ın zerrece tahrife uğramadan
korunmuş olduğuna ve kıyamete kadar da böyle
kalacağına inanırlar. Her iki grup arasında oldukça azınlık
denilebilecek bir kesim birtakım uyduruk tahrif rivayetlerine
kanmış, ancak her iki grubun da bilinçli ve aydın uleması
bunun çirkin ve asılsız bir karalama olduğunu, bu tür
rivayetlerin kesinlikle uydurulduğunu ya da bu rivayetlerdeki söz konusu
tahrifin, ayetlerle ilgili olarak yapılan yanlış yorumlama ve
tefsire yönelik olduğunu veyahut Kur'an'ın açıklamasıyla
ilgili tabirlerin Kur'an'ın orjinal metni olarak algılanmasının
birer örnekleri olduğunu sürekli hatırlatmışlardır.
(Bu noktaya bilhassa dikkat edilmelidir.-
Şiâ ve sünni kesimin büyük alimleri
tarafından sarahatle reddedilmiş olan Kur'an'ın tahrifi,
iddiası hangi kesim ve kim
tarafından gelirse gelsin gerçekte Kur'an'a bir saldırı
sayılmakta ve o kesimlerin de içinde bulunduğu bütün bir İslam
ümmetine zarar vermekte ve bu tür kör taassuplar o yüce Kitab'ı sorular
altında bırakarak Allah'ın dinine düşman olanların
değirmenine su döküp, neticede onların ekmeğine yağ
sürmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.a) döneminden itibaren
Kur'an'ın derlenmesi ve toplanmasında gösterilen fevkalâde ihtimam,
Kitab'ın korunması, telaveti, nüsha yazımları ve özellikle
ilk günden itibaren görevlendirilen vahy
katiplerinin vazifesi gözönünde bulundurulacak olursa, Kur'an'ın
tahrifinin gerçekten niçin imkansız olduğu kolayca
anlaşılmış olur.
Aynı şekilde, bugünkü maruf ve bilinen Kur'an'dan başka bir
Kur'an'ın varlığı da
sözkonusu değildir. Bunun nedeni gayet açık olup incelenmesi herkesçe
mümkündür, çünkü bugün hemen hemen her Müslümanın evinde, işyerinde,
kütüphanelerde ve bütün camilerde en azından bir Kur'an vardır. Hatta
asırlar önce yazılmış olan elyazması Kur'an'lar da
bugün müzelerde ihtimamla korunmaktadır. Bütün bunlardan da
anlaşılacağı üzere, meselâ bizim ülkemizdeki bütün
Kur'an'larla diğer İslam ülkelerindeki bütün Kur'an'lar harfiyen aynı ve birdir.
Geçmişte inceleme imkânları bunca kolay değildiyse de bugün
yapılacak basit bir incelemeyle bu tür yakışıksız
iftiraların aslı astarı olmadığını
kolaylıkla anlamak mümkündür.
"Kullarıma
müjde ver, ki onlar sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte
onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar temiz
akıl sahipleridir."[76]
Bugün bizim dinî-ilmiye medreselerimizde,
Kur'an bilimleri çok yaygın ve geniş bir şekilde
öğretilmektedir. Bu derslerde öğretilen temel mevzulardan biri de
Kur'an'ın zerrece tahrif edilmediği ve esasen edilemeyeceğidir.
Biz
inanıyoruz ki: İnsanlara bütün çağlarda
maddi ve manevi ihtiyaçları için gerek duyacağı bütün hususlar, ana
hatlarıyla Kur'an'da beyan edilmiş ve gerekli yol gösterilmiştir.
Devlet idaresi, siyasi meseleler, diğer toplumlar ve ülkelerle
ilişkiler, birlikte yaşama ve uluslararası komşuluk
ilişkileri, savaş, barış, yargı, ekonomi vb.
hayatın bütün boyutlarının genel kural ve prensipleri Kur'an'da
mevcut olup, bunların uygulanması ve hayata geçirilmesi halinde bütün
bir insanlığın saadet dolu bir yaşama
kavuşacağı kesindir.
"Biz
Kitab'ı (Kur'an'ı) sana her şeyin
açıklayıcısı, Müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve
müjde olarak indirdik."[77]
Yukarıdaki ayetin de açıkça ortaya
koyduğu üzere biz, siyasetle dinin ayrı mütalaa edilemeyeceğine
ve "İslam'"ın, "devlet ve siyaset"ten
ayrılmasının imkânsız olduğuna inanmaktayız.
İslam, Müslümanlara kendi idare ve yöntemlerini kendilerinin
kurmasını ve İslam'ın yüce değerlerini bu devlet
vasıtasıyla ihya edip, hayatın bütün boyutlarına
geçirmesini ve İslam toplumunda, dost-düşman herkesin adaleti bizzat
duyup, bizzat yaşayacağı şekilde bir eğitim ve
öğretime tabi tutulmasını emreder:
"Ey
iman edenler, adaleti tam uygulamaya koyulun, bizzat kendinizin,
anne-babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile
olsa, Allah için şehadette bulunun..."[78]
"Ey
iman edenler, adaletli şahidler olarak Allah için hakkı ayakta
tutanlar olun. Bir topluluğa olan düşmanlığınız
sizi adaletten alıkoymasın, âdil davranın, bu, takvaya daha yakındır..."[79]
Biz
şuna inanmaktayız: Kur'an okumak ibadetlerin
en üstünlerinden biri olup, bu seviyede yüce ibadet pek
sayılıdır. Zira Kur'an'ı telavet etmek, gerçekte Kur'an üzerinde
tefekkürde bulunmaya ve bu yolda ilham almaya vesiledir; düşünce ve fikrin
ulvileşmesini sağlamakta olup, salih amelin
kaynağıdır.
Kur'an-ı
Kerim Hz. Resulullah'a (s.a.a) hitaben şöyle buyurmaktadır: "Az
bir kısmı hariç olmak üzere geceleyin kalk, (gecenin)
yarısı kadar. Ya da, ondan da biraz eksilt veya üzerine ilave et. Ve
Kur'an'ı da belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku."[80]
Yine
Kur'an, bütün Müslümanlara hitaben ise şöyle buyurmaktadır: "...Kur'an'dan kolay(ınıza) geleni
(elinizden geldiğince) okuyun."[81]
Ancak, daha önce de belirttiğimiz üzere
Kur'an telaveti, Kur'an'ın anlamı üzerine tedebbür ve tefekkürde
bulunmak ve onu anlamak için olmalıdır; tefekkür ve anlama ise ancak
amelle sonuçlanması ve amele başlangıç teşkil etmesi
halinde kıymet ifade eder: "Kur'an'ı iyiden iyiye düşenmezler
miydi? Yoksa kalplerine kilitler mi vurulmuş."[82]
"Andolsun,
biz Kur'an'ı zikr (ile öğüt alıp düşünmek) için
kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen (ve
amel eden) var mı ?"[83]
"Bu
indirdiğimiz mübarek ve bereketli bir kitaptır, şu halde ona
uyun..."[84]
Binaenaleyh Kur'an'ın telaveti veya
hıfzıyla (ezber) yetinenler ve onun üzerinde tedebbür ve tefekkürde bulunup amel etmekten
bihaber olanlar, her ne kadar üç asıldan birini yerine getirmiş
sayılsalar da, çok daha önemli olan iki aslı kaybetmiş ve pek
büyük bir hüsrana uğramışlar demektir.
Biz
inanıyoruz ki: Müslümanların Kur'an üzerinde
tedebbür ve onunla amelde bulunmaması için ötedenberi birtakım
garazkâr eller komplolar kurmuşlardır. Nitekim daha ilk dönemlerde,
Emevilerle Abbasi halifeleri zamanında[85]
Kelamullah'ın (Kur’an’ın) "kadim mi yoksa hâdis mi?"
olduğu şeklinde tutarsız tartışmaları gündeme
getirdiler ve Müslümanları durup dururken ikiye parçalayıp,
birbirinin canına düşürdüler, bu olaylarda çok kan döküldü. Oysa ki
bu tartışma, tamamen tutarsız ve anlamsızdır. Çünkü
eğer Kelamullah'dan maksat, üzerinde ayetlerin yazılı
olduğu kağıt parçalarıysa, elbette ki bu hâdistir ve
sonradan ortaya çıkmış bir mahluktur, ama eğer Kitabullah
denilen şey, o kitaptaki mevzuların Allah Teâla'nın ilmindeki
anlam ve mefhumu demekse şüphesiz, Allah'ın ilmi de tıpkı
yüce zâtı gibi kâdim ve ezelîdir. Ne yazık ki, zalim egemenler ve
zalim halifeler, Müslüman ümmeti yıllarca böylesine boş ve
anlamsız bir tartışmayla oyalayıp, nicelerinin kanına
girdiler. Aynı şekilde bugün de benzeri ve başkaca daha nice
yollarla Müslümanların Kur'an etrafında tedebbür, tefekkür ve amelde
bulunmasını önlemeye çalışmak için türlü komplolar
düzen çağdaş şeytanlar
vardır.
Kur'an'daki sözleri yine onun örfî ve lügavî
anlamlarıyla manalandırmak gerekir; ayetin zahir veya özünde
başka bir manaya delalet eden aklî veya naklî bir karine ve belirti
olmadığı sürece, okunurken anlaşıldığı
normal haliyle anlamak gerekir. Bu arada şüpheli karinelere dayanmaktan
kesinlikle kaçınılması gerektiğini de hemen belirtelim;
Kur'an ayetlerini ihtimal ve zanla tefsir etmemek gerekir.
Meselâ, Kur'an "Kim dünyada kör ise, o,
ahirette de kördür ve daha da sapmış durumdadır."[86]
buyururken, ayette geçen "kör" kelimesinin fiziki
anlamda bir körlük olmadığı, yani kör kelimesinin zahirî
anlamından farklı bir bâtınî (örfte de var olduğu üzere) ve
edebî anlam ifade ettiği apaçık ortadadır. Nitekim nice iyi ve
büyük insanların gözlerinin kör olduğu bilinmektedir. Bu ayette geçen
körlük, halk arasında da kullanıldığı haliyle "gönül
gözü ve akıl gözü körlüğü"dür. Bu ayette vardığımız
sonucun nedenî "aklî karîne"dir.
Bir diğer ayette ise, mesela, İslam
düşmanlarından belli bir kesim için "Onlar
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı
akıl erdiremezler."[87]
buyrulmaktadır.
Bu ayette geçenlerin bilinen fiziki anlamda
özürlü olmadıkları apaçık ortadadır; maksat, bir önceki
ayette olduğu gibi onların bâtınî özellikleri ve ruhî
sıfatlarıdır. (Bu ayeti bu şekilde tefsir etmemizin nedeni
de eldeki geçmişe mevcut karinelerdir.)
Binaenaleyh, Kur'anda Allah Teâla için
"O'nun
iki eli de açıktır"[88]
buyrulur, veya "Bizim gözlerimizin önünde gemiyi yap"
denilirken[89]
hiçbir zaman Allah Teâla'nın eli,
gözü, kulağı vb. cismî âzaları olduğu gibi bir anlam kastedilmemektedir. Zira her cismin
parçaları vardır; zaman, mekan ve yöne ihtiyacı vardır ve
mutlaka bir de sonu vardır, yani
yokolur gider. Allah Teâla ise bu tür sıfatlardan tamamen berî ve
münezzehtir. O halde bu ayetlerde geçen "Allah'ın eli"nden maksat
O'nun, bütün kâinatı egemenliği altında bulunduran mutlak ve
sınırsız gücüdür; "gözler" den maksat da "O'nun
her şeyi bilmesi ve her şeye mutlak âlim olması"dır.
Bu nedenledir ki yukarıda
aktardığımız ayetlere
yorumlar getirilmesine karşıyız; ister Allah
Teâla'nın sıfatları, ister başka hususlarda olsun, bu tür
ifadelere cismî anlamlar yüklenilemeyeceğine ve böyle ayetlerdeki aklî ve
naklî karinelerin görmezden gelinemeyeceğine inanıyoruz. Nitekim
dünyadaki bütün konuşmacıların sözlerinde bu tür karineler
vardır ve Kur'an da bu yöntemi resmen tanıdığını
buyurmaktadır: "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik ki onlara apaçık anlatsın."[90]
Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi karinelerin (belirti ve ip
uçlarının) net ve kesin olması gerekir.
Biz
inanıyoruz ki: Reye göre ( kendi görüşüne
göre) Kur'an'ı tefsir etmek, İslam'î rivayetlerde de geçtiği
üzere büyük günahlardan biri sayılan ve Allah Teâla'nın dergahından
düşüşle sonuçlanan çok tehlikeli amellerden biridir. Bir hadis-i şerifte, Allah
Teâla'nın şöyle buyurduğu geçer: "Benim sözümü kendi
bildiğince (keyfinin çektiği şekilde) tefsir edip yorumlayan
bana iman etmemiştir."[91]
Evet, Allah'a iman eden biri, O'nun
kelamını gerçekte olduğu haliyle kabul eder, kendi nefsinin
temayüllerine uydurmaya çalışmaz onu.
Sahih-i Tirmizi, Nesâi ve Ebu Davud gibi Ehl-i
Sünnet’in tanınmış kaynak eserlerinde Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) şu hadis-i şerifleri geçer: "Kur'an'ı kendi meyline
göre tefsir eden veya onun hakkında bilmeden birşey söyleyen,
cehennemdeki mekanına yerleşmeye hazırlansın!"[92]
Kendi meyline ve reyine göre tefsirden maksat,
hiçbir karine ve delil
olmadığı halde Kur'an'ı kendi görüş ve eğilimlerine
veya mensubu olduğu grup veya kesimin eğilimlerine mutabık
görünecek şekilde tefsir edip yorumlamaktır. Böyle biri Kur'an'a tâbi
değildir; bilakis, Kur'an'ı kendisine uydurmaya
çalışmaktadır; Kur'an'a gerçek anlamda iman etmiş birinin
böyle bir şeye kalkışması elbette ki düşünülemez.
Hiç şüphesiz herkes Kur'an'ı kendi
görüşüne göre açıklayıp, tefsir etmeye kalkışacak
olursa, Kur'an'ı Mecid itibar ve değerini tamamen yitirecek,
şunun bunun görüşlerine kılıf edilecek ve nice batıl
inançlar Kur'an'a uygunmuşçasına takdim edilir olacaktır.
O halde kendi görüşüne göre tefsir demek;
arapça dil ve edebiyat kurallarının inceliklerine vakıf
olmaksızın ve bu dille konuşanların anladığı
doğrultuda hareket etmeksizin Kur'an'ı tefsire kalkışmak ve
şahsî bâtıl görüşler ve grup eğilimleriyle Kur'an'ı
yorumlamaktır ki, bu da Kur'an'ın manevî tahrifinden başka
birşey değildir.
Reye göre tefsirin çeşitli türleri
vardır. Bunların başında Kur'an ayetlerinden işine
geleni alıp işine gelmeyeni görmezden gelmektir. Mesela
"şefaat",
"tevhid", "imamet" vb. gibi hususlarda kimileri
kendi şahsî görüşlerine uygun ayetlere yaklaşmakta, konuya açıklık getirecek ve diğer ayetlerin tefsiri
olabilecek ayetleri önemsememekte ve onları görmezden gelerek
kolaylıkla teğet geçmektedir!
Kısaca özetlemek gerekirse; Kur'an-ı
Kerim'in kelimeleri üzerinde donuklaşarak muteber aklî görüşlere göre
Kur'an'ın tefsir edilmesi de bir sapma ve tahrif olup bunların her
ikisi de Kur'an'ın yüce değerleri ve öğretilerinden
uzaklaşmaya sebep olur.
Biz
inanıyoruz ki: Hiç kimse "Bize Allah'ın
kitabı yeter!" diyerek Kur'an hakikatlerini açıklaması ve
tefsiriyle nasıh ve mensuh ayetlerini, genel ve özel nitelikli
hitaplarını ve yine dinin usul ve furuunu kavrayışla ilgili
peygamber sünneti ve hadislerini bir kenara itemez. Zira Kur'an-ı Kerim
gayet net bir dille Hz. Resulullah'ın (s.a.a) söz ve amellerinin
Müslümanlar için hüccet (kesin delil) olduğunu belirtmiş ve o
hazretin sünnetinin, İslam'ın anlaşılması ve
İslam hükümlerinin belirlenip, ortaya çıkmasını
sağlayan bir kaynak olduğunu vurgulayarak Haşr suresinin 7.
ayetinde şöyle buyurmuştur: "Peygamber size ne (emir) verirse alın
(emre uyun ve uygulayın). Sizi neden
sakındırırsa artık ondan sakının ve
Allah'tan korkun..."
Ahzab
suresi 36. ayette açıkça şöyle buyrulmaktadır: "Allah ve
Resulü bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan
bir kadın için kendi işlerinde seçim hakları yoktur. Kim Allah'a
ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir
sapıklıkla sapıtmıştır."
Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mübarek sünnetine
önem vermeyenler, gerçekte bizzat Kur'an'a önem vermemektedirler. Ancak, Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) sünneti de elbette muteber ve güvenilir yollarla
belirlenmiş olmalıdır; o hazretin buyurduğu iddia edilen
her sözün, hiçbir inceleme ve araştırmaya tabi
tutulmaksızın hemen kabul edilemeyeceği de apaçık
ortadadır.
Hz.
Ali'nin (a.s) şu buyruğu bu
konuya yeterince açıklık getirici niteliktedir: "Henüz Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) hayatta bulunduğu günlerde, o hazrete nice yalanlar isnad ettiler, o kadar ki, hazret bu
hususta bir hutbe okumak zorunda kalarak "Bana, bilerek yalan isnad
edenler, ateşteki yerlerine hazırlansınlar!" buyurdular."[93]
Aynı anlama yakın bir diğer
hadis de Sahih-i Buhari'de nakledilmiştir.[94]
Biz
inanıyoruz ki: Bizzat Hz. Resulullah'ın
(saa) emretmiş olduğu üzere, Ehl-i Beyt'in (a.s) hadislerine uymak da farzdır. Zira her
şeyden önce Ehl-i Sünnet ve Şia’nın muteber
kitaplarının pek çoğunda bulunan ve mütevatir derecesine
ulaşmış olup, bizim de burada Sahih-i Tirmizi'den
nakledeceğimiz meşhur "Sekaleyn Hadisi"nde Hz. Resulullah
efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadırlar: "Ey insanlar! Aranızda iki
emanet bırakıyorum; bu ikisine sarılırsanız asla
sapmazsınız: Allah'ın Kitabı ve benim soyum olan Ehl-i
Beyt'imdir bunlar!"[95]
İkincisi, Ehl-i Beyt (Allah'ın
selamı onlara olsun) aktardıkları bütün hadisleri, cedleri Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) bizzat kendisinden nakletmiş
olmalarıdır, "Söylediklerimizin tamamı,
babalarımız yoluyla bizzat dedemiz Hz. Resulullah'tan (s.a.a) bize ulaşmıştır."
buyurmuşlardır.
Evet, Allah Teâla'nın en sevgili kulu Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)
efendimiz Müslümanların geleceği ve karşılaşacakları
temel sorunları ilâhî takdirle, çok iyi bildiğinden, günden güne
artacak olan bu sorunların kıyamete dek yegane çözüm
yollarının Kitabullah'la Ehl-i Beyt-i Resulullah'ta bulunduğunu
ve insanoğlunun ancak bu ikisine sarılması halinde saadete
kavuşacağını belirtmiştir.
Bu kadar önemli, nitelikçe buna zengin ve
sened açısından da bu kadar sağlam ve sahih bir hadis-i
şerifi hafife almak ve görmezden gelebilmek mümkün müdür gerçekten?
Bu nedenledir ki sözkonusu hadis-i
şerifte vurgulanan konuya, önem verilmiş olması halinde bugün
akaid, tefsir ve fıkhî meselelerde Müslümanların karşı
karşıya bulunduğu müşkülatların hiçbirinin
varolmayacağına inanmaktayız. Bugün Müslümanların
yaşadığı ana müşkülatların sırrı, bu
hadis-i şerifin kaleme alınmamış ve asla önemsenmemiş
olmasında gizlidir.
Biz
inanıyoruz ki: Bütün insanlar, öldükten sonra
belli bir günde diriltilecek ve dünyadaki amellerinin hesabını
vereceklerdir. İyilerle salihler ölümsüz cennetlere yerleştirilecek,
kötüler ve günahkârlar cehenneme gönderilecektir: "Eşsiz Allah'tan başka
ilah yoktur. Kendisinde hiç şüphe
olmayan kıyamet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah'tan
daha doğru sözlü kimdir?"[96]
Ve:
"Artık kim taşkınlık edip azarsa ve dünya
hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem onun için bir
barınma yeridir. Kim de Rabbinin (adalet) makamından korkar ve nefsi
de havâ (istek ve tutkular-dan sakındırırsa, artık
(şüphesiz cennet) onun için bir barınma yeridir."[97]
Biz
inanıyoruz ki: Bu dünya tıpkı bir köprü
gibidir. İnsanlar bu köprüden geçerek öte taraftaki ölümsüzlük beldesine
ulaşacaklardır. Başka tabirlere göre de dünya bir öğretim
yuvası, bir üniversite, bir ticaret yurdu veya diğer dünya için
ekilmesi gereken bir tarladan ibarettir. İmam Ali'nin (a.s) dünya
hakkındaki şu beyanları ne kadar da düşündürücüdür:
"Dünya,
kendisine sadakatle davranana karşı sadakat ve dürüstlük yurdudur...
Ondan azık alanlar için ihtiyaçsızlık ve müstağnilik diyarıdır,
kendisinden öğüt alan kimse için uyanış ve bilinçlenme yeridir;
Allah dostlarının secdegahı, Yüce Yaratıcının
meleklerinin namazgâhı, ilahi vahyin nüzul mekanı ve Hak
aşıklarının ticarethânesidir!"[98]
Biz
inanıyoruz ki: Ahiretin delilleri apaçık
ortada ve besbellidir. Zira bu dünyadaki hayatın gidişatı, bu dünyanın
insanoğlu için en son gaye ve nihâi hedef olamayacağını
göstermektedir; insan birkaç günlüğüne buraya gelmekte,
yığınlarca sorun arasında yaşamakta ve sonra her
şey son bulmakta ve dünyevî açıdan yokolup gitmektedir:
"Sizi
boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve sizin
gerçekten döndürülüp bize getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?"[99]
Bütün bu kudsî buyruklardan da
anlaşılacağı üzere ahiret hayatı olmasa, dünya
hayatı tamamen boş ve bihude olacaktır.
İkincisi: Bu dünyada iyilerle kötüler
birlikte yaşamakta, aynı konumları paylaşmakta, hatta kimi
zaman kötülerin dünyadaki konumları iyilerden daha ileri olabilmektedir.
İlahi adalet bunların yekdiğerinden ayrılmasını,
herbirinin kendine layık konumda tespit edilmesini ve herbirinin kendi
yaptıklarının sonucu tatmasını gerekli
kılmaktadır: "Yoksa, kötülüklere batıp günah işleyenler,
kendilerini, iman edip salih amellerde bulunanlar gibi
kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve
ölümleri de bir mi olacak? Ne kötü hüküm veriyorlar!..."[100]
Üçüncüsü: Allah Teâla'nın sonsuz rahmeti,
O'nun feyz ve nimetlerinin öldükten sonra insandan kesilmemesini ve yetenek
sahibi olan insanların tekamül seyirlerinin kesintisiz olarak
sürebilmesini gerekli kılmaktadır: "...Allah, rahmeti kendisine
farz kıldı ve hepinizi, kendisinde hiç kuşku olmayan
kıyamet gününde mutlaka toplayacaktır."[101]
Kur'an,
ölümden sonra dirilişe inanmayan ve bundan kuşkuya kapılanlara şöyle demektedir:
"Sizi ilk kez O yarattığı halde, sizi ölümden sonra yaratamayacağını nasıl
düşünebilirsiniz? Sizi hiç yokken topraktan nasıl yarattıysa,
öldükten sonra da yine öylece yeni bir hayata döndürecektir. Biz ilk yaratıştan
aciz miydikki sizi tekrar yaratmaktan da aciz olalım?! (Ama) bunca
aşikar bir delile rağmen (yine de onlar) yeniden
yaratılacaklarından kuşku duymaktadırlar!"[102]
"Kendisinin
nasıl yaratıldığını unutarak bize bir örnek
verdi; dedi ki: Bu çürümüş (bozulmuş) kemikleri kim
diriltecekmiş?! De ki: Onları ilk defa yaratıp inşa eden
diriltecek. O, her yaratmayı bilir."[103]
Kaldı ki göklerin
yaratılışı karşısında insanın
yaratılışı elbette ki sözü dahi edilemeyecek kadar
kolaydır. Bunca şaşırtıcı ve hayret verici yönleriyle
böylesine uçsuz bucaksız bir kainatı yaratmış olan,
öldükten sonra insanları da pekalâ yeniden yaratabilecektir:
"Onlar
görmüyorlar mı ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan
(Allah) ölüleri de diriltmeye güç yetirendir. Evet, gerçekten O, her şeye
güç yetirendir."[104]
Biz
inanıyoruz ki: İnsanın sadece ruhu
değil, ruhuyla birlikte maddî vücudu da dirilecek ve o dünyada yeni bir
hayata başlayacaktır. Zira dünya hayatında insanoğlu
yaptığı her şeyi, maddî vücudu ve ruhuyla birlikte yapmaktadır,
bu nedenle de ödüllendirme veya cezalandırmaya da elbetteki her ikisinin
birlikte katılması gerekir.
Kur'an-ı Kerim'de mead ve yeniden
dirilişle ilgili ayetlerde cismanî ve maddî diriliş de vurgulanmakta
ve çürümüş kemiklerin nasıl dirileceğini soran inkarcılarla
şüphelilerin hayretlerine karşılık şöyle
buyrulmaktadır: "İnsanları ilk kez topraktan yaratan
(Allah) bunu da yapmaya kadirdir."[105]
"İnsan,
kemiklerini bizim kesin olarak bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
Evet, onun parmak uçları(ndaki çizgileri)ni bile derleyip düzenleyerek
(tekrar eski haline) getirmeye kadiriz biz."[106]
Bu ve benzeri daha birçok ayet, meadın
cismanî yani insanın ruhuyla birlikte maddî vücudunun da diriltileceğini
apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Aynı şekilde, insanların
kabirlerinden diriltilip, kaldırılacaklarını sözkonusu eden
ayetler de meadın cismanî olduğu hakikatini net bir şekilde
açıklamaktadır.[107]
Esasen Kur'an'da yeniden dirilişle ilgili
ayetlerde daha fazla konunun aslı değil de meadın ruhanî ve
cismanî oluşu yani ruhla fiziki vücudun birlikte dirilişi
sözkonusu edilip
açıklanmaktadır.
Biz
inanıyoruz ki: Ölümden sonraki hayat,
kıyamet, cennet ve cehennemdeki vak’alar, bu sınırlı dünya
hayatında anlayamayacağımız kadar öte ve
şaşırtıcıdır: "Artık hiçbir nefis, yapmakta
olduklarına karşılık olmak üzere, onlar (iyiler) için
gözler aydınlığı olarak nelerin saklandığını
bilemez."[108]
Meşhur
nebevî hadiste şöyle geçer: "Salih kullarım için öyle nimetler
hazırladım ki, hiçbir göz onları görmemiş, hiçbir kulak
onları duymamış ve hiçkimsenin kalbinden öyle nimetler
geçmemiştir!"[109]
Bizim bu dünyadaki konumumuz aslında
tıpkı annesinin rahmindeki sınırlı hayatı geride
bırakmakta olan cenin gibidir. Ceninin aklı ve zekasının
olduğu farzedilse dahi güneş, ay, rüzgar, alımlı çiçekler,
denizdeki dalgaların kükreyişi gibi rahim dışındaki hayatın
gerçeklerini anlayabilmesi, elbette ki mümkün olmayacaktır. Ahiret
hayatına göre dünya hayatının konumu; tıpkı dünya hayatına
göre ana rahmindeki ceninin konumu gibidir. (Bu hususa bilhassa dikkat ediniz.)
Biz
inanıyoruz ki: Hesap gününde,
işlediğimiz amellerin yazılı olduğu defter elimize
verilecektir. İyilerin amel defteri sağ ellerine, kötülerinki de sol
ellerine verilecektir. Salih müminler, amel defterlerini görünce pek sevinip
mesut olacak, kötülerse büyük bir endişe, üzüntü ve kaygı
duyacaklardır. Kur'an-ı Kerim'de de buyrulduğu üzere:
"Artık,
kitabı sağ eline verilen kişi (sevinçle mahşer ehline)
"Alın, kitabımı okuyun" der, "Ben, amellerimin
sonucuna kavuşacağımdan emindim!" Artık o, oldukça
hoşnut bir yaşam sürer. Yüksek bir cennette. Devşirilecek meyve
ve ürünleri (pek) yakındır. Geride kalan günlerde, peşin olarak
sunduklarınıza karşılık olmak üzere afiyetle yiyin ve
için. Kitabı sol eline verilen ise;
o da der ki "Keşke kitabım bana verilmeseydi!"[110]
Bu ve benzeri ayetlerde geçen amel defteri,
dosya ve kitabın nasıl olduğu, nasıl
yazıldığı, neden orada hiçkimsenin kendi amel defterindekileri
inkâr edemediği vb. soruların cevabı, bizler için tam olarak
anlaşılabilir şeyler değildir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi ahiret
hayatının kendine mahsus birtakım özellikleri vardır
ki, bunları tafsilatıyla kavrayabilmek, dünyalılar için ya çok
zor veya imkânsızdır, ama ahiretin genel hatları tamamen belli
ve malum olup, inkarı imkansızdır.
Biz
inanıyoruz ki: Kıyamette, Allah Teâla bütün amellerimize
şahit olduğu gibi, şahadette bulunacak başka şahitler
de çıkacaktır ortaya. Elimiz, ayağımız, derimiz,
tenimiz, üzerinde yaşadığımız yeryüzü ve... hepsi
amellerimize şahitlikte bulunacaktır o gün: "Bugün (kıyamet günü) biz
onların ağızlarını damgalarız; (günahtan ve
sevaptan yana) kazanmakta olduklarını da elleri bize söylemekte,
ayakları da şahitlik etmektedir."[111]
"Kendi
derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?"
Dediler ki: Her şeye nutku verip konuşturan Allah bizi
konuşturdu (ve bu foyaları ortaya çıkarma görevini bize
bahşetti!)."[112]
"O
gün yer, haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin (bu görevi yerine
getirmesini) ona vahyetmiştir."[113]
Biz, kıyamet günündeki
"sırat" ve "ölçü"ye inanıyoruz.
Sırat, herkesin üzerinden geçmesi gereken
ve cehennemin üzerinde kurulmuş bulunan bir köprüdür. Evet, cennetin yolu,
cehennemin üzerinden geçmektedir!
"İçinizden
cehenneme girmeyecek olan hiçkimse yoktur, Rabbinin kesin olarak bildiği
bir şeydir bu. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız; zalimleri
ise diz çökmüş ve dize gelmiş bir halde orada
bırakıveririz!"[114]
Bu tehlikeli ve sarp geçitten geçebilmek,
insanın kendi amellerine kalmış bir şeydir. Şu
meşhur hadiste de buyrulduğu üzere:
"Kimi
yıldırım gibi geçer oradan, kimi doludizgin giden süratli bir at
gibi; kimi dört eli ayağı
üzerinde, kimi yayalar gibi yürüyüverir; kimi de ondan (Sırat köprüsünden
( sallanıp ona tutuna tutuna geçer; (bu sırada) cehennem ateşi
bazen onlardan birşeylerini alır, bazen de
bırakıverir."[115]
"Mizan"a gelince; adından da
anlaşılacağı üzere amelleri tartıp ölçmeye yarayan bir
vesiledir. Evet, o gün insanların bütün amelleri ölçülüp tartılacak,
işlenen her amelin değeri ve ağırlığı
dosdoğru tespit edilecektir:
"Kıyamet
günü adalet terazilerini kurarız, kimseye zerrece haksızlık
edilmez, hatta bir hardal tanesi ağırlığınca (iyi veya
kötü bir ameli olmuş) da tartıya getirir
(karşılığını verir-iz, bizim hesap görücü
olmamız yeter."[116]
"Kimin
tartıları ağır basarsa, artık o, hoşnut olunan
bir hayat içindedir. Kimin de tartıları hafif kalırsa,
artık onun da yeri cehennem uçurumudur."[117]
Evet, biz o dünyada insanların
kurtuluşunun, istek ve zanlarına değil, bu dünyadaki amellerine
bağlı olduğuna inanıyoruz, yani herkesin sonunu kendi
amelleri tayin edecektir, takvâ ve dürüstlük olmaksızın bu işin
üstesinden gelebilmek muhaldir: "Her nefis, kazanmakta olduklarına
karşılık bir rehinedir."[118]
Teferruatlarından habersiz olsak da
"Sırat"la "Terazi"nin genel hatlarının
kısaca bundan ibaret olduğunu bilmekteyiz. Daha önce de
belirttiğimiz gibi ahiret
hayatı dünya hayatından çok ileri ve üstün bir hayat olduğundan,
onunla ilgili mefhum ve anlamların tamamını kavrayabilmek, dünya
kafesinin esirleri olan bizler için ya çok zor, ya da imkansızdır.
Biz
inanıyoruz ki: Peygamberler, masum imamlar ve
Allah'ın has velileri, kıyamet günü bazı günahkârlara
Allah'ın izniyle şefaatte bulunacak ve böylece onlar Allah'ın
affına nail olacaktır. Ancak bunun, Allah ve O'nun has velileriyle
irtibatlarını koparmamış
ve bu ilişkisini kesmemiş olanlar için geçerli
olacağını da hemen belirtelim. Yani şefaat asla
kayıtsız şartsız bir af dileği ve aracılık
değildir, o da aslında yine bizim amel ve niyetlerimize
bağlı bir neticedir:
"Onlar,
Allah'ın, şefaat edilmesine razı olduğu kimselerden
başkasına şefaat etmezler."[119]
Daha önce de belirttiğimiz gibi,
şefaat gerçekte insanın eğitilip yetişmesi, günaha
dalıp gitmesinin engellenmesi ve Evliyaullah'la ilişkilerin büsbütün
koparılmasının önlenmesi için öngörülmüş bir vesiledir.
İnsanoğluna "Günaha bulaşmışsan,
pişmanlık duy ve geri dön, artık daha fazla günaha
bulaşma!" denilmektedir.
"En büyük Şefaat" makamı Hz. Resulullah efendimize (s.a.a) aittir. O hazreti,
diğer peygamberlerle masum imamlar izler; hatta ulemâ, şühedâ, arif
ve kâmil müminler ve hatta Kur'an ve salih amel de kimileri için şefaatçi
olacaktır.
İmam
Sâdık hazretleri (a.s) şöyle buyururlar: "Kıyamette
Muhammed'in (s.a.a) şefaatine öncekilerden ve sonrakilerden muhtaç
olmayacak hiçkimse yoktur!"[120]
Kenz-ul
Ummal'da Resulullah'tan (saa) nakledilen bir hadiste de şöyle buyrulur:
"Kıyamet günü beş şefaatçi vardır: Kur'an, sılâ-i
rahim (akrabalara iyilikte bulunmak), emanet, sizin peygamberiniz ve onun Ehl-i
Beyt'i!"[121]
İmam
Sadık hazretlerinden (a.s)
ulaşan bir başka hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
"Kıyamet günü geldiğinde, Allah Teâla "alim"le
"abid"i diriltir. Allah Teâla
huzurunda hazır olduklarında, "âbid"e "Cennete
doğru yürü" denilir, âlime "Sen kal, insanları iyi bir
eğitimden geçirip, iyi bir şekilde yetiştirmekle meşgul
olduğun için şefaatte bulun!" diye buyrulur."[122]
Bu hadiste, şefaatin felsefesine ve
şefaatin ardında yatan gerçek nedene güzel bir şekilde
işaret edilmiştir.
Biz
inanıyoruz ki: Bu dünyayla ahiret hayatı
arasında, kıyamete değin bütün insanların
ruhlarının orada bulunacağı "Berzah" adlı
üçüncü bir "ölüm ve haşir arası" ara dönem vardır:
"...Onların
önünde (öldükten sonra) diriltilip kaldırılacakları
(kıyamet) güne kadar bir berzah (ara dönem) vardır..."[123]
Berzah dünyası hakkında genel hatlar
bildirilmişse de, detaylarını bilmemekteyiz ve esasen bilmemiz
de mümkün değildir. Şu kadarını bilmekteyiz ki,
tıpkı şehidlerin ruhları gibi yüksek derecelerde bulunan
iyilerle salihlerin ruhları da o dünyada bol nimetlerle
rızıklandırılmaktadırlar: "Allah yolunda öldürülenleri
sakın "ölüler" saymayın; bilakis, onlar Rableri
katında diridirler ve rızıklanmaktadırlar."[124]
Aynı şekilde zalimlerin,
tâğutların ve diğer kötülerin ruhları da o dünyada azap
içindedir, Kur'an'ın Firavn'la soyu için buyurduğu gibi:
"Onların
azabı (berzahta) ateşdir, her sabah ve her akşam ona sunulurlar
ve kıyamet günü geldiğinde (Allah Teâla şöyle buyurur:)
Firavn'un soyuna azapların en şiddetlisini tattırın!"[125]
Ancak bir de günahları çok az olan 3. bir
grup vardır ki ne o sınıftandır, ne bu sınıftan;
zalimlerin tadacakları azabı hak etmemişler. Bunlar berzah
aleminde bir nevi uzun bir uykuya dalarcasına, bir halde olur ve
kıyamet günü uyandırılırlar: "Kıyametin koptuğu gün
suçlu (günahkâr)lar berzah aleminde birkaç saatten fazla bekletilmediklerine
yemin ederler... Ama kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar (o
suçlulara hitaben) şöyle derler: Sizler, Allah'ın emriyle
kıyamete kadar (berzahta) bekletildiniz, bugün kıyamet ve yeniden
dirilme günüdür işte, ama siz bilmiyordunuz!"[126]
Hadis kitaplarında Hz. Resul-i Ekrem
(s.a.a) efendimizin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Kabir
ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem kuyularından bir
kuyudur."[127]
Biz
inanıyoruz ki: Kıyamet ödülleri hem
maddidir, hem manevi; çünkü mead ve diriliş de hem madden, hem ruhen
diriliştir.
Kur'an-ı Kerim ve İslam'î
rivayetlerde, ağaçlarının altından suların
aktığı cennet bahçelerinden sözedilirken (ör: "Orada temelli kalacakları altından ırmaklar akan
cennetler..."[128])
ve meyveleriyle gölgelerinin ölümsüz olduğu bahçeler
anlatılırken
(:..."Yemişleri ve gölgelikleri
süreklidir."[129])
ve iman sahipleri için tertemiz cennetlik eşlerin olacağı
hatırlatılırken[130]
ve aynı şekilde cehennemin yakıcı ateşiyle oradaki
acı azaplardan bahsedilirken, o dünyadaki ceza ve ödüllerin maddi
yönleri anlatılmaktadır.
Ancak bütün bunlardan daha da önemlisi ilahî
irfanın nurları, Allah Teâla'ya ruhâni yakınlık kazanmak,
O'nun Celal ve Cemal cilveleri vb. manevi ödüllerdir ki, bu ödülleri
kelimelerle ifade edebilmek mümkün değildir.
Kur'an'da bazı ayetlerde ter-ü taze bahçeler, tertemiz evler ve eşler gibi
cennetin maddi nimetlerinin yanısıra şu nimetlerden de
bahsedilir: "Allah'ın rızası ve hoşnutluğu ise bütün
bunlardan daha üstündür! İşte büyük kurtuluş ve mutluluk
budur!"[131]
Evet, insanın yegâne Rabbi
tarafından kabul edildiği ve O'nun rızasını
kazanmış olduğunu öğrenmesinden daha büyük bir zevk ve
tat tasavvur edilemez, en büyük zafer ve
en büyük başarıdır bu! İmam Zeynelâbidin hazretlerinden
(a.s) ulaşan bir hadiste şöyle buyrulur:
"Allah
Teâla onlara şöyle buyurur: "Benim sizden razı olmam ve sizi sevmem, içinde
bulunduğunuz nimetlerden daha iyi ve daha üstündür sizin için!" Onlar
bu sözü duyar ve hep birlikte tasdik ederler."[132]
Evet, insanın böyle bir ayete muhatap
olmasından daha büyük bir zevk ve tat düşünülebilir mi sahi: "Ey
huzura kavuşmuş olan ruh! Sen Rabbin'den, Rabbin de senden razı
olmuş bir şekilde Rabbine dön, kullarımın arasına katıl ve cennetime gir."[133]
Biz
inanıyoruz ki: Allah Teâla'nın hikmeti,
insanların hidayeti için nasıl peygamberler gönderilmesini gerektiriyorsa,
aynı şekilde peygamberlerden sonra da her asır ve zamanda
insanların hidayetini sağlayacak bir imam ve liderin Allah Teâla
tarafından belirlenip, vazifelendirilmesini de gerekli kılmaktadır.
Böylece bu imam ve liderler, peygamberlerin getirmiş olduğu
şeriat ve ilahi hükümlerin tahrif olup, zamanla büsbütün ortadan kaldırılmasını
önleyecek, her çağın kendine has gereklerini belirleyip gösterecek,
insanları Allah'a yönelmeye ve peygamberlerin yolunda yürümeye davet
edecektir. Aksi takdirde insanoğlunun tekamül ve saadete kavuşması
olan "yaradılışın gayesi" peygamberlerden sonra
kesintiye uğrayıp akîm olacak, insanoğlu hidayet yolunu bulamayacak,
enbiyanın şeriati zâyi olacak ve insanlar ne yapacaklarını
bilemez bir halde kalakalacaklardır.
Bu nedenle inanıyoruz ki, her peygamber
gibi yüce İslam peygamberi Hz. Resulullah efendimizden sonra da her çağ ve zamanda bir imam
varolmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve sâdık
(doğru) olanlarla birlikte olun."[134]
Arapça dil kurallarının da
apaçık ortaya koyduğu gibi bu ayet, belli bir zamanla
sınırlı değildir; ayetteki hükmün sürekli olması ve "kayıtsız
şartsız sadıklarla birlikte olunması"nın
emredilmesi; her zaman ve her çağda kendisine kayıtsız
şartsız uyulması ve itaat edilmesi gereken masum imamlar ve
ilâhî liderlerin varolduğunu göstermektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet ve
Şia müfessirlerinin pek çoğu kendi tefsir kitaplarında bu konuya
değinmişlerdir.[135]
Biz
inanıyoruz ki: İmamet sadece zahirî bir
iktidar ve yönetim makamından ibaret değildir, bilakis, pek ulvî bir
manevî ve ruhânî bir makamdır da. Binaenaleyh "İmam"
İslam devletini yönetmenin yanısıra, insanların din ve
dünya işlerinin de tamamını yönetmek ve idare etmek
durumundadır. O, insanların düşünce, fikir ve
ruhlarını hidayet eder ve İslam peygamberinin (s.a.a)
şeriat ve sünnetini her türlü sapma ve bozulmadan koruyarak Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) peygamberlikle görevlendiriliş nedeni olan
ilahi gaye ve ülküleri gerçekleştirir.
Hz. İbrahim Halil (a.s) nübuvvet ve
peygamberlik yolunu katedip, çeşitli özel sınavları
başarıyla geride bıraktıktan sonra Allah Teâla kendisine yüce "İmamet"
makamını bağışlamakta, Hz. İbrahim (a.s) bu büyük makamın kendi soyundan gelen evlatlarına
da lütfedilmesini dilediğinde, "bu büyük makama zalimlerle günahkârların
erişemeyeceği" kendisine
hatırlatılmıştır.
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım türlü
sınavlardan geçirmişti, o da bunları tam olarak yerine
getirmişti. ( O zaman Allah, İbrahim'e:) "Seni, şüphesiz,
insanlara imam kılacağım!" demişti. İbrahim
"ya soyumdan olanlar?" deyince (Allah:) "Benim ahdim (bu imamet
makamı) zalimlere erişmez. (Senin soyundan, ancak masum olanlar
erişebilecektir bu makama.)"[136]
Böyle bir makam ve derecenin zahiri hükumetle (bilinen
anlamda siyasi bir devlet kurup, iktidarın başına geçmekle)
hülasâ edilemeyeceği ve sadece bundan ibaret olmayacağı
apaçık ortadadır. İmametin, daha önce de açıkladığımız
şekliyle tefsir edilip, anlaşılmaması halinde
yukarıdaki ayet net bir anlam ifade etmeyecektir.
Biz
inanıyoruz ki: Ulu’l Azm olan peygamberlerin
tamamı, imamet makamına sahipti; tebliğle görevlendirilmiş
oldukları şeyleri sadece tebliğ edip, bildirmekle
kalmamış, aynı zamanda bunları fiili sahada da uygulamaya
koyarak uygulamış ve fiilen tahakkukunu da sağlamış,
insanların hem maddi, hem manevi önderi olmuşlardır. Bilhassa
Hz. Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) peygamberliğinin
başlangıcından itibaren yüce imamet makamı ve ilâhî
liderlik mevkiini de taşımaktaydı; yani onun
yaptığı şey Allah'ın emirlerini sadece iblağ edip
gerisine karışmamak değildi.
Biz
inanıyoruz ki: İmamet çizgisi Hz. Resulullah
efendimizden (s.a.a) sonra da onun soyundan masum olanlar vasıtasıyla
sürmüş ve ilahî hidayet asla kesintiye uğramamıştır.
Daha önce de imamet meselesinde
verdiğimiz tarif ve tanımdan da anlaşılacağı
üzere bu makama ulaşabilmenin oldukça ağır şartları
vardır. Hem takva açısından (ki bu takva hiçbir günaha
bulaşmayacak ve asla günah işlemeyecek, yani masumluğunu tamamen
koruyacak ölçüde olmalıdır) hem ilim ve bilgi açısından,
dinin bütün emir ve bütün hükümlerine eksiksiz şekilde vakıf olacak,
bütün zaman, mekan ve şartlarda insanların mesele ve sorunlarına
vakıf olup, bu sorunlara
Allah'ın hükümleri çerçevesinde en mükemmel çözümleri getirebilecek birisi
olmalı ve bu şartları taşıyabilmelidir. (Bu noktaya bilhassa
dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatırız.)
Biz
inanıyoruz ki: İmamın her nevi günah ve
hatadan masum olması gerekir; zira yukarıdaki ayetin tefsirinde bildirilen gerçeğe ilaveten, masum
olmayan birinin "kesinlikle ve hiç şüphesiz güvenilir" de
olamayacağı ortadadır. Böyle birinden dinin değişmez
usulleri ve füruatı tam bir güvenle (yüzde yüz doğru olduğundan emin
olunarak) elde edilemeyecektir. Bu nedenledir ki, fiilleri ve takrirleri gibi
İmam'ın sözlerinin de şer'i hüccet ve delil olduğuna
inanmaktayız.
(Takrir; İmam'ın yanında
yapılan bir davranış veya söylenen bir söze sükut ederek onu
onayladığını göstermesidir.)
Biz
inanmaktayız ki: İmam asla yeni bir
şeriat ve İslam'da olmayan yeni bir kural getirmez, bilakis, onun vazifesi
İslam şeriati ve İslam peygamberinin (s.a.a) sünnetini korumak
ve bu mukaddes dinin tebliğ ve talimiyle uğraşarak
insanları bu dine hidayet etmektir.
Biz imamın, İslam'ın usul ve
füruatının tamamına, İslam hüküm ve prensiplerine,
Kur'an'ın anlam ve tefsirine tam anlamıyla vakıf olması
gerektiğine inanıyoruz; onun bu ilimlere olan vukufunun ilahî bir
boyutu vardır, zira bütün bunlar sevgili İslam Peygamberin'den (s.a.a)
ona ulaşmıştır.
Evet, insanlar işte böyle bir ilme ve
böyle bir imama tamamen güven duyabilir ve İslam'ın hakikatlerini anlayabilmek
için tam bir teslimiyetle ona müracaat edip meselelerinin çözümü için ona
dayanabilirler.
Biz imam (ve tabiatiyle peygamberin vasisi)
olan zatın mensus olması gerektiğine inanıyoruz; yani
bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.a) nassı ve tasrihiyle ve kendisinden önceki
imamın da bunu tasrihiyle tayin edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Başka bir deyişle: İmam da tıpkı peygamber gibi (ve
bizzat peygamber vasıtasıyla) Allah tarafından tayin ve mensub edilir. Hz.İbrahim'in
(sa) imametiyle ilgili ayette de belirtildiği üzere
"İmam"ı bizzat Allah Teâla tayin etmektedir:
"Şüphesiz,
seni insanlara imam kılacağım!"[137]
Zaten bir insanın masumluk derecesine
varacak kadar takvalı olup olmadığını ve İslam
hüküm ve prensiplerini hiç yanılmadan ve hiç hataya kapılmadan bütün
detaylarıyla tam ve eksiksiz olarak bilip bilmediğini Allah ve Resulünden (s.a.a) başka kimsenin
teşhis edebilmesi mümkün değildir.
Bu sarih nedenler dolayısıyledir ki,
biz masum imamın bir grup insan veya halk tarafından seçilmek suretiyle
tayin edilemeyeceğine inanmaktayız.
Biz
inanıyoruz ki: Sevgili İslam peygamberi (
sav) kendisinden sonraki imamları Allah'ın emriyle tayin edip
belirlemiştir. Bugün bütün Müslümanlarca bilinen meşhur
"Sekaleyn Hadisi"nde Hz. Resulullah efendimiz (s.a.a) genel olarak
imamları belirlemiş ve ilâhî tayini insanlara
açıklamıştır. Sahih-i Müslim c:4 s: 1873'te şöyle
geçer:
Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Mekkey'le Medine
arasındaki "Humm" denilen yerde insanlara bir hutbe okudu, sonra
da "Ben yakında aranızdan ayrılacağım" diyerek
şöyle buyurdu: "Aranızda ağır ve pek
değerli iki emanet bırakıyorum: Birincisi Allah'ın
kitabıdır ki onda nur ve hidayet vardır... Diğeri Ehl-i
Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im hakkında Allah'ı unutmamanızı
size tavsiye ederim." (Hazret, bu cümleyi üç kez
tekrarladılar)".
Aynı içerik Sahih-i Tirmizi'de de
sarahatle şöyle geçmektedir: "...Bu ikisine sıkıca
sarılırsanız asla yolunuzu yitirmez,
sapmazsınız."[138]
Sünen-i Daremî,[139]
Hasâis-i Nesâî,[140]
Müsned-i Ahmed[141]
ve diğer önemli kaynakların tamamına yakın bir
ekseriyetinde bu hadis geçmekte, sahihliğinde şüphe bulunmamakta ve
hiçbir Müslüman tarafından reddilmesi mümkün olmayan "mütevatir"
haddinde naklolunmaktadır. Üstelik, bu rivayetlerden de anlaşılacağı
üzere sevgili İslam peygamberi Hz.
Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) bir kez değil, çeşitli
mekanlarda ve çeşitli
münasebetlerde bu hadis-i şerifi defalarca tekrar
buyurmuşlardır.
Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) Ehl-i
Beyt’inin tamamının Kur'an'ın yanında (ve onunla omuz omuza
olacak şekilde) böylesine büyük bir derece ve makama sahip
olamayacağı, hadiste buyrulanlar, sadece Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) mutahhar soyundan gelenler arasındaki "masum imamlar"
olabileceği apaçık ortadadır. (Zayıf ve şüpheli
bazı rivayetlerde "Ehl-i Beytim" yerine "sünnetim"
kelimesi geçmektedir. Sahih ve mütevatir olanı "Ehl-i
Beytim"dir).
Bu hususta bir başka meşhur bir
hadisi daha aktarmayı faydalı buluyoruz. Sahih-i Buhari, Sahih-i
Müslim, Sahih-i Tirmizi, Sahih-i Ebu Davud, Müsned-i Hanbel ve diğer büyük
kaynaklarda şu hadis-i şerif geçer: "Tamamı Kureyş'ten
olan 12 halife sizi yönetene ve kıyamet oluncaya kadar İslam
dini bâki kalacaktır."[142]
Biz bu sarih hadis ve rivayetlerin,
İmamiye Şiasının imamet hakkındaki akidevî
görüşlerinde açıklanan "On iki Ehl-i Beyt imamları"
inancından başka bir şeyle açıklanmasının mümkün
olamayacağı inancındayız; yukarıdaki hadisleri ve
ilgili belgeleri dikkatle inceleyen herkes kolaylıkla bunun farkına
varacaktır.
Biz
inanıyoruz ki: Sevgili İslam peygamberi,
fahr-i kâinat efendimiz Hz. Muhammed-i Mustafa (s.a.a) Hak Teâla'nın emri gereğince Hz. Ali'yi (a.s) kendi vasîsi olarak açıklamış
ve bu ilahî tayin emrini çeşitli münasebetlerle defalarca
tekrarlamıştır. Bunların en meşhur olanı, Veda
Haccı dönüşünde Cuhfe yakınlarındaki "Gadir-i
Humm" denilen konaklama kavşağında, hacdan dönmekte olan
kalabalık bir sahabe topluluğuna verdiği hutbedeki şu
mübarek buyruğudur:
"Ey
insanlar! Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?! (Herkes yüksek sesle "Evet ya Resulallah!" diye tasdikleyince
şöyle buyurdular: "O halde
şunu biliniz ki) ben kime kendisinden daha evlâ ve onun mevlâsı
(lideri) isem, aynı şekilde Ali de ona kendisinden daha evlâ ve onun
mevlâsı (lideri ve imamı)dır!"[143]
Elinizdeki eserin amacı; sadece
İslam okulları arasında doğru bir âşinalık
oluşturup, inançlarımızı ana hatlarıyla sadece ifade
etmek olduğundan, bu amacı aşmayacak ve meselenin ispatıyla
ilgili deliller sunmayacağız burada. Nitekim dipnotta da
belirttiğimiz üzere böyle bir incelemede bulunmak isteyenlerin hangi
kaynaklara başvurabileceği özetle gösterildi. Biz bu tür
tartışmalara girmektense gerekli incelemeyi okurun kendisine
bırakıyor ve buraya kadar aktardığımız hadislerin
hiç de basit mevzular olmadığını ve bilhassa
"mevlâ" hadisindeki "mevla"nın salt dostluk ve sevgi
değil, aynı zamanda bu ahlâki ifadeden çok daha geniş siyasi bir
mana da içerip "liderlik ve imamlık" manasını
kapsadığını, aksi takdirde Hz.Resulullah'ın (s.a.a)
sırf Hz. Ali'ye (a.s) olan sevgisini göstermek için onca protokol ve
meşakkatli mukaddemelere girip, onca Müslümanı da sırf böyle bir
şeyi ifade edebilmek için (bilhassa Gadir-i Humm gibi yerde ve o
dayanılmaz sıcağın altında) o kadar zahmete asla
sokmayacağını hatırlatmakla yetiniyoruz.
Bu; İbni Esîr'in "Kâmil"
adlı eserinde de belirtmiş olduğu üzere "Akrabalarını ve
yakınlarını topla ve sana bildirdiğimizi onlara tebliğ
et" buyruğunun gelmesi üzerine Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) tebliğinin daha ilk günlerinde akrabalarını
toplayıp, İslam'ı onlara anlattığı ve "Şimdi
aranızdan beni bu işte desketleyecek
kim çıkarsa o benim kardeşim, vasîym ve aranızdan benim
halifem olacaktır!" buyurduğunda Hz. Ali'den (a.s)
başka hiçkimsenin "Ya Resulullah! Ben bu işte sizin vezir ve
yardımcınız olurum!" diyerek kendisine olumlu cevap
vermediği ve bunun üzerine Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s)
göstererek "Şahid olunuz ki şu genç delikanlı, aranızda
benim halifem, vekilim, vasiym ve kardeşimdir!"
buyurduğu hadisindeki hakikatle tamamen aynı değil midir?![144]
Sahih-i Buhari'de geçen çok ilginç bir
hadisede de yine aynı mevzunun vurgulandığını ve Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) hasta yatağında mübarek ömrünün son
saatlerine yaklaşırken "Bana kağıt kalem getirin, size
birşey yazayım da benden sonra ihtilafa düşüp
sapmayasınız!" buyurduğu halde
bazılarının Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu emrine hemen
muhalefette bulunduğunu, hatta bazılarının o hazrete
karşı çok çirkin ifadeler kullanarak böyle bir metnin
yazılmasını engellediğini bilmiyor muyuz gerçekten?[145]
Daha önce de belirttiğimiz gibi
amacımız bu tür istidlallere girip, gerekli delilleri ard arda
sıralamak değil; aksi takdirde daha bir yığın delil ve
belgelerle bu mevzu zenginleştirilebilir, ancak biz, sadece kısa
delillerle akaidin beyanını amaçladığımızdan, bu
bahsi daha fazla genişletmiyor ve bu kadarının yeterli
olacağına inanıyoruz.
Biz
inanıyoruz ki: Her imam, kendisinden önceki imam
tarafından tanıtılmış ve açıklanmıştır.
Ehl-i Beyt İmamlarının ilki İmam Ali b. Ebu Talib
(a.s) olup diğer 11'i sırayla
şunlardır:
İmam Hasan Mücteba (a.s)
İmam Hüseyin b. Ali Seyyid-uş
Şüheda (a.s)
İmam Ali b. Hüseyin (a.s)
İmam Muhamed Bâkır b. Ali (a.s)
İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s)
İmam Musa b. Cafer (a.s)
İmam Ali Rıza b. Musa (a.s)
İmam Muhammed Taki b. Ali (a.s)
İmam Ali Naki b. Muhammed (a.s)
İmam Hasan Askerî b. Ali (a.s)
12. ve sonuncusu da halâ hayatta bulunan ve
bütün dünyaya adaleti yayacak olan İmam Muhammed Mehdî b. Hasan'dır.
(Allah'ın selamı hepsine olsun).
Zulüm ve kötülükle dolduğu gibi, bütün
dünyayı adaletle dolduracak olan Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhuru inancı,
(Allah onun zuhurunu çabuklaştırsın inşaallah) belli bir
gruba değil, bütün Müslümanlara ait bir inançtır ki Ehl-i Sünnet
uleması, Hz. Mehdi aleyh'is-selam hakkındaki rivayetlerin mütevatir
olduğunu ispatlayan müstakil kitaplar yazmışlardır. Hatta
birkaç yıl önce Rabıta't-ul Âlem'il İslamî'den bu hususta
sorulan soruya verilen cevapta Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhur edeceği hususunda
hiç şüphe bulunmadığı, bunun kesin ve net konulardan olduğu
bildirilmiş ve bununla ilgili basılan bir kitapçıkta muteber ana
kaynaklardan iktibasla Hz. Resulullah'a (s.a.a) ulaşan birçok sahih belge
ve hadis kaydedilmiştir.[146]
Yegane fark, Hz. Mehdi'nin (a.s) ahir zamanda
dünyaya geleceğine inanan bazılarına karşı bizim, o
hazretin Allah'ın izni ve emriyle 12. imam olup, halâ hayatta bulunduğuna,
Allah Teâla tarafından görevlendirildiğinde zulüm ve kötülüğün
kökünü kazıyıp, bütün dünyaya egemen bir ilâhî adalet devleti kurmak
üzere kıyam edeceğine inanmamızdır.
Biz
inanıyoruz ki: Sahabenin en faziletlisi Hz. Ali
(a.s) idi ve Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra İslam ümmetinin en
efdaliydi. Ancak, bu inancın abartılması ve sevgide
aşırıya gidilerek hak haddin aşılmasını da haram
bilmekte ve o hazrete (neuzubillah) peygamberlik, uluhiyet vb.
yakıştırmalarda bulunanların yüce İslam dininden
çıktıklarına ve böylelerinin kesinlikle kafir sayılması
gerektiğine inanmaktayız. Şianın isminin kimilerince
bilerek veya bilmeyerek bu aşırıcılar taifesiyle birlikte
anılmasını kesinlikle yanlış bulmakta ve Şia
imamiye ulemasının kaynak kitaplarında bu güruhun daima
"mürted" olarak anıldığını
hatırlatmayı faydalı bulmaktayız.
Biz
inanıyoruz ki: Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
sahabesi arasında fedakâr ve sağlam şahsiyetli büyük insanlar
vardı ki, bunlar hakkında hadisler buyurulmuş ve ayetler nazil
olmuştur. Ancak bu, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinin
tamamının böyle olduğu şeklinde de anlaşılmamalıdır.
Sahabenin hepsi elbette ki masum değildi, hepsinin ameli elbette ki
"yanlışsız ve dosdoğru" değildi, her zaman
ve her grup gibi onlar için de yegane ölçü "sahabe" olup olmamak
değil, "takva"lı olup olmamaktı ki, kim olursa olsun bütün
insanların Hak Teâla indindeki konumunu belirleyen ölçü sadece ve daima
"takva"dır. Nitekim Kur'an'da birçok yerde (ör: Tevbe, Nur,
Münâfikun vb. sureler) şiddetle kınanmakta olan
"münafıklar", bizzat sahabedendirler, sahabeden olan bu adamlar
ikiyüzlü oldukları için Kur'an'da en sert ifadelerle
anılmaktadırlar.
Aynı şekilde Hz. Resulullah'tan
(s.a.a) sonra Müslümanlar arasında savaş ateşini
tutuşturup, dönemin imam ve halifesiyle yaptıkları biati
çiğneyen ve on binlerce Müslüman'ın kanının dökülmesine
neden olanlar da sahabe ve tabiinden müteşekkil insanlar değiller
miydi? Bu durumda kalkıp da "yaptıkları her şeye rağmen" sahabenin
tamamını temize çıkarmaya çalışmak ve " ne olursa
olsun, sahabe olan herkes mümin ve tertemizdir!" demek ve iyisine kötüsüne
bakmadan tamamen körükörüne temize
çıkarmaya çabalamak "ne tür bir İslam'"a hizmettir
gerçekten?!
Başka bir deyişle, birbirine
kılıç çekip savaşan (ör: Sıffin ve Cemel
savaşında) tarafların her ikisinin de doğru ve haklı
olduğunu söyleyebilmek şer'an ve aklen mümkün müdür? Bu büyük bir çelişki olup
bizce "kabul edilebilir" hiçbir tarafı yoktur. Böyle bir
vak’ayı "içtihad" bahanesiyle temize çıkarmaya ve
"efendim, onların hepsi de müçtehiddi ve içtihadlarına göre
davranmış oldular; bu nedenle taraflardan biri haklıydı,
ama diğeri sadece içtihadında yanlış yapmış oldu,
bu nedenle de hem mazurdur, hem de sevap dahi kazanmıştır!"
diyerek işin içinden sıyrılmayı İslâmî hassasiyete
yakışır bir davranış bulmamaktayız.
İçtihad bahanesiyle Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) halifesi
ve vekiline olan biat çiğnenebilir
mi? Bu bahaneyle savaş çıkarıp, suçsuz yere insanların
kanı dökülebilir mi? Bütün bunları içtihad bahanesiyle mazur
görebildikten sonra, mazur görülemeycek ne kalır ortada sahi?!
Daha açık bir deyişle, biz bütün
insanların olduğu gibi Hz. Peygamber'in (s.a.a) sahabelerinin de
amellerine göre ölçüleceklerine ve hesap vereceklerine inanmaktayız.
Hucurat suresinin 13. ayetindeki "Allah katında en üstün
olanınız takvaca en ileri olanınızdır!"
hükmü herkes gibi, elbette ki sahabe için de geçerlidir. O halde onların
durumunu belirleyecek ölçü ve kıstas yine kendi amelleri olacaktır.
Binaenaleyh şer'an ve aklen şu hükmü unutmamak gerekir: Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) döneminde ihlaslı sahabelerden olan ve o
hazretten sonra da İslam'ı korumak için çaba sarfedip, Kur'an'la olan
ahitlerine sadık kalan Müslümanlar elbette ki hürmete şayân ve değerlidirler.
Ancak, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde
münafıkların safında olup, o hazretin mübarek gönlünü incitecek
şeyler yapmaktan çekinmeyenlerle, o hazretin irtihalin-den sonra çizgisini
değiştirip sapan, İslam'a ve Müslümanlara zarar verecek
şeyler yapanlara saygılı davranmamız ve onları
sevmemiz mümkün değildir. Zira bizim tavırlarımızı
belirlemede ölçü ve kıstasımız olan yüce Kur'an-ı Kerim'de
şöyle buyrulmaktadır:
"...Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim
bulamazsın ki onlar, Allah'a ve Resulüne karşı
başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı
kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister
kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsa dahi! Onlar
öyle kimselerdir ki ( Allah ( onların kalplerine iman yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir..."[147]
Evet;
hayatında veya irtihalinden sonra Hz. Resulullah'ı (s.a.a)
incitenlere sevgi ve saygı beslememiz mümkün değildir bizim.
Bu arada nice sahabe de vardır ki
İslam'ın tealisi için büyük mücahedelerde bulunmuş, Allah ve
Resulünün (s.a.a) övgü ve takdirine mazhar olmuştur. Onlardan sonra
gelmiş ve gelecek olanların da onların yolunu izlemesi halinde
sözkonusu övgü ve takdiri hak kazanacağı apaçık ortadadır:
"Öne
geçen muhacirlerle ensar ve onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan
hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut
olmuşlardır..."[148]
Sahabe hakkında görüşümüz özetle
bundan ibarettir.
Biz
inanıyoruz ki: Hidayetten ayrılmamamız
için Kur'an ve Ehl-i Beyt'e sıkıca sarılmamız
gerektiği yolundaki mütevatir hadis-i şerife ve Ehl-i Beyt
İmamlarının masumiyetine istinaden onların söz, amel,
davranış ve takrirleri (yanlarında yapılan bir şey
veya söylenen bir söze müdahele etmeyerek onu zımnen onaylamaları )
biz Müslümanlar için senet ve hüccet durumundadır. Binaenaleyh Kur'an ve
sünnetten sonra bir diğer fıkıh kaynağımız Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) mutahhar Ehl-i Beyt'inden imamların (a.s) söz,
fiil ve takrirleridir.
Aynı şekilde, Ehl-i Beyt
İmamlarının (a.s) "Söyledikleri
her şeyin babaları vasıtasıyla cedleri Hz.
Resulullah'tan (s.a.a) kendilerine ulaşmış olduğu"
yolundaki muteber ve müteaddit beyanlarına binâen onların rivayeti
aslında Hz.Resulullah'ın (s.a.a) rivayetidir. Sikat ve güvenilir
birinin Hz. Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) aktardığı hadis ve
rivayetin bütün İslam ulemasınca sahih ve mutmain kabul edildiği
de herkesçe bilinmektedir.
İmam
Muhammed Bâkır (a.s) Cabir'e şöyle buyurmuşlardır: "Ey
Cabir! Eğer biz kendi hevâ ve hevesimize göre (arzu ve
tutkularımıza dayalı keyfi şekilde) hadis uydurup size
aktarmaya kalkışırsak "helâk olacaklar"dan oluruz;
bizim size aktardığımız bütün hadisler bizzat Hz.
Resulullah'tan (s.a.a) bize ulaşıp, tıpkı değerli bir
hazine gibi sizler için sakladığımız şeylerdir."[149]
İmam Cafer Sâdık hazretlerinden
(a.s) ulaşan bir diğer hadiste şöyle nakledilmiştir:
"Biri, İmam’dan bir soru sordu,
İmam da cevapladı. Ama adam, İmam’ın görüşünü
değiştirmek için tartışmaya ve bazı gerekçeler öne
sürmeye başladı. İmam "Bu sözleri bir kenara bırak"
buyurdu, "Sana hangi konuda bir cevap verdiysem bil ki, bizzat Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden ulaşmıştır o (ve
tartışma götürmez)."[150]
Bir diğer
önemli nokta; bizim "Kâfi, "Tehzib",
"İstibsâr", "Men lâyahzuruhu'l Fakih" vb. gibi önemli muteber hadis
kitaplarımız olmasıdır. Ama bu kitapların bizce
"muteber" olması demek, onlarda yazılan bütün rivayetlerin
mutlaka sahih ve doğru olduğunu kabul ettiğimiz anlamına da
gelmez. Bu rivayet ve hadis kitaplarının yanısıra,
onları rivayet eden ravilerin bütün senetlerdeki ahvali, biyografisi ve
durumunun teferruatıyla kayıtlı olduğu rical
kitaplarımız da vardır bizim. Binaenaleyh sadece bütün
senetlerdeki ravi ve şahısların emin, güvenilir ve sikat
olduğu rivayet ve hadisler bizim nazarımızda sahih ve doğru
kabul edilmektedir. Yani bu muteber ve tanınmış kitaplarda
bulunup da sözkonusu ölçü ve kıstasa uymayan hadis ve rivayetler, bizce
sahih ve güvenilir değildir.
Kaldı ki senediyet açısından
doğru olduğu halde, tâ ilk baştan bu yana bütün alimlerimizin
bilhassa görmezden geldiği ve itibar etmediği rivayetler de
vardır. Çünkü senetleri doğru olsa bile, başka açılardan
bunları problemli bulmuşlardır. Biz bu tür rivayetleri
"mu'raz-un anhâ" adıyla adlandırmakta ve geçersiz
saymaktayız.
Yukarıdaki nokta, bizim önemli
kitaplarımızdaki hadis ve rivayetlerin senediyetine bakmadan ve gerekli ön incelemelerde
bulunmadan salt bu rivayetlerden bazısına istinatla bizim inanç ve
akidelerimiz hakkında fikir yürütenlerin nasıl
yanılabileceklerini apaçık gözler önüne sermeye yeterlidir.
Başka bir deyişle bazı
tanınmış İslam mezheplerinde "Sihah" denilen
kitaplar vardır ki, yazarları bu kitaplarda yazılı her
şeyin kesinlikle "sahih" olduğunu söylemiş ve
diğerleri de bunu olduğu gibi tasdiklemişlerdir. Ancak, bizim
"muteber kitaplarımız" böyle değildir, bu kitapların
yazarları her ne kadar tanınmış alimlerimizden müteşekkilse
de, kitaplarındaki rivayetlerin istisnasız tamamının doğru olduğu
gibi bir iddia sözkonusu olmayıp, bu kitaplardaki hadis ve
rivayetlerin senetlerinin sahih olup
olmadığı ancak rical ilminin kayıtlı olduğu rical
kitaplarına müracaatla anlaşılabilecek niteliktedir.
Bu noktaya dikkat edilmesi halinde Şia
inançlarıyla ilgili birçok nokta kolaylıkla anlaşılacak ve
böyle bir dikkatin gösterilmemesi, bir çok yanlış tespitlere ve hatalara
kaynak olacaktır.
Özetlemek gerekirse: Kur'an ve Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinden sonra, o hazretin Ehl-i Beyt'inin
(a.s) söz, hadis ve rivayetleri bizim için muteber ve belge niteliğindedir
(ve tabii ki, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu hadis ve sözlerin Ehl-i
Beyt İmamlarından (a.s) sâdır olduğunun ispatlanması,
gerekli senediyet ve rical eleğinden geçebilmesi şartıyla!)
Buraya kadar ki bahislerimizde, İslâmi
konularla ilgili temel inançlarımızı ana hatlarıyla
özetlemeye çalıştık; burada, çeşitli meselelerle ilgili
diğer inançlarımızın özelliklerini de aktarmayı
faydalı buluyoruz, böylelikle hiçbir müphem nokta kalmamış
olacaktır.
Biz
inanıyoruz ki: İnsan aklı nesnelerin
çoğunun iyi ve kötü yanını teşhis ve idrak edebilir
niteliktedir ki bu, Allah Teâla'nın
insana lütfetmiş olduğu "iyi ve kötüyü tanıma bilgisi
(marifeti-" sayesindedir. Binaenaleyh semâvi şeriatler inmeden önce
de insan bazı meseleleri aklıyla kavrayabilmekteydi; adalet ve
iyiliğin iyi şeyler olduğunu, zulüm ve kötülüğün kötü
şeyler olduğunu; doğrusözlülük, emanete sadakat, cesaret,
cömertlik vb. vasıfların iyi olduğunu; yalan, ihanet, cimrilik
vb. vasıflarınsa kötü
olduğunu insan aklı kavramakta, idrak edebilmekte ve
anlayabilmektedir. Ancak akıl, bütün nesnelerin bütün iyi ve kötü
yanlarını idrak edebilmeye kadir olmadığından ve
insanoğlunun malumat, bilgi ve becerisi kısıtlı
olduğundan bu husustaki eksikliği gidermek için Allah Teâla
peygamberleri ve onlarla birlikte semavi kitapları göndermiştir.
Böylece peygamberler ve semavi kitaplar hem aklî idrak ve
kavrayışları onaylamış, hem aklın
kavrayamadığı ve idrakinde yetersiz kaldığı karanlık
noktalara ışık tutarak insanoğlunun tamamen aydınlanmasını
sağlamışlardır.
Hakikatleri kavrama hususunda aklın
bağımsızlığını büsbütün inkar etmek tevhid,
Allah'ı tanıma, peygamberler ve semavi dinlerin gönderilişini de
inkar etmek demektir; zira Allah'ın varlığı ve
peygamberlerin davetinin hak olduğu ancak akıl sayesinde
ispatlanabilmektedir. Şeriat kurallarının, ancak bu iki
aslın (Allah'ın bir olduğu ve peygamberlerin hak olduğu
aslının) aklî delillerle ispatlanabilmesi halinde kabul edilebilir
olduğu şüphe götürmez bir
gerçektir, bu iki mevzunun sadece şer'i delille ispatı mümkün
değildir.
Bu nedenledir ki biz ilahi adalete inanmakta
ve Allah Teâla'nın kullarına
asla zulmetmeyeceğini, kimseyi gereksiz yere
cezalandırmayacağını ve kimseyi nedensiz yere
affetmeyeceğini, Allah'ın ahdine vefasızlıkta bulunmasının
mümkün olmadığını, salih ve dürüst olmayan ve hata
işleyen birini kendi elçisi olarak peygamberlikle
görevlendirmeyeceğini ve böyle birini mucizelerle donatmasının
düşünülemeyeceğini
söylemekteyiz.
Yine inanmaktayız ki saadet yolunu
katetmesi için yarattığı kullarını bir an olsun
kılavuzsuz ve öndersiz bırakması mümkün değildir. Zira
böyle bir şey kötü, yakışıksız ve çirkindir; oysa ki
Yüceler Yücesi Allah Teâla hazretleri bütün kötülüklerden, hatalardan; zulüm,
çirkinlik ve haksızlıklardan berî ve münezzehtir.
İşte bu nedenledir ki Yüceler Yücesi
münezzeh Hak Teâla'nın insanı
hür yarattığına inanmaktayız. İnsanoğlunun fiil
ve davranışları onun kendi irade ve ihtiyarından (
yetisinden) kaynaklanır. Zira aksi takdirde; yani insanoğlunun
davranışlarında "mecbur" olduğu şeklindeki
bir "cebriye" inancına kapılmamız halinde kötülerin cezalandırılması
apaçık bir adaletsizlik ve zulüm sayılacak ve iyilikte
bulunanların ödüllendirilmesini anlamsız ve bihude bir
davranış olarak kabul etmemiz gerekecektir. Böyle bir şeyi Allah
Teâla'ya yakıştırmak ise
zulüm ve muhaldir.
Özetle, şunu söylemekteyiz: İnsan
akıl ve zekasının, birçok hakikati anlama ve birçok iyiyle
kötüyü ayırt etme hususunda hür ve bağımsız olduğunu
kabul etmek, din ve şeriatın ana temelini oluşturup semavi
kitaplarla ilahi peygamberlerin hakkaniyetine inanmanın aslı
demektir. Ancak, insanın idrak ve bilgi kapasitesinin belli bir
sınırı olduğunu da kabul etmekteyiz; saadet ve tekamülü
için gerekli bütün hakikatleri sırf bununla elde edebilmesi elbette ki
imkansızdır ve esasen sırf bu nedenledir ki semavî kitaplar ve
ilahi peygamberlerin kılavuzluk ve yol göstericiliğine ihtiyacı
vardır.
Buraya kadar anlattıklarımızdan
da anlaşılacağı üzere İslam dininin temel
kaynaklarından biri aklî delildir. Buradaki "akli delil"den
maksat, aklın bir şeyi kesin ve tam olarak idrak edip kavraması
ve onun hakkında kesin bir hükme varmasıdır. Yani mesela zulüm,
ihanet, yalan, haksız yere adam öldürmek, hırsızlık,
başkalarının haklarına tecavüzde bulunma gibi konularda
Kur'an ve sünnette hiçbir hüküm gelmemiş olsaydı bile biz
aklımız aracılığıyla bunları yine
kınayıp yasaklayacak, Âlim ve Hekîm Allah Teâla'nın bunları
haram ettiğinden emin olacak ve O yüceler Yücesi'nin böylesi şeylere
asla razı olmayacağını kavrayıp anlayabilecektik ki bu
da başlı başına Allah'ın bir hücceti
sayılmaktadır insan için.
Kur'an ayetleri, aklın ve aklî delillerin
önemini vurgulayan tabirlerle doludur.
Tevhid yolunu katedebilmeleri için, Kur'an,
akıl sahiplerini Allah Teâla'nın yeryüzü ve göklerdeki ayetleri
üzerinde düşünüp incelemede bulunmaya davet etmektedir:
"Şüphesiz,
göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün ardarda
gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten âyetler
vardır."[151]
Yine Kur'an, ilâhî ayetleri beyan etmekle
insanların akıl, düşünce ve idrakini artırmak
istediğini açıkça söylemektedir:
"...Bak,
iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri nasıl çeşitli
biçimlerde açıklamaktayız?!"[152]
Yine Kur'an insanları, iyiyle kötüyü
birbirinden ayırdetmeye ve bu konuda aklını
çalıştırıp düşünce gücünü kullanmaya
çağırmaktadır:
"...De
ki: Kör olanla (cahille) gören (bilgili) bir olur mu? Yine de düşünmeyecek
misiniz?!"[153]
Kur'an nazarında canlıların en
kötüsü gözünü kulağını ve dilini kullanamayan ve aklından
istifade edip düşünemeyendir:
"...Gerçek
şu ki, Allah katında canlıların en kötüsü, bir türlü
akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir."[154]
Akıl ve düşünce konusunda daha nice
ayetler vardır...
Bu durumda İslam'ın usul, prensip ve
füruu (detayları) konusunda akıl, düşünce, zeka ve tefekkürün
taşıdığı önem nasıl görmezden gelinebilir?
Daha önce de
vurguladığımız üzere biz Allah Teâla'nın âdil
olduğuna ve hiçbir kuluna kesinlikle zulmetmeyeceğine
inanmaktayız; çünkü zulüm, çirkin ve kötü birşeydir, Yüce Allah ise
çirkin ve kötü şeylerden tamamen berî ve münezzehtir:
"Rabbin
hiçkimseye zulmetmez."[155]
Eğer dünya ve ahirette bazı insanlar
cezalandırılıyorlarsa, bunun nedeni bizzat kendileridir:
"...Demek
ki Allah onlara (Allah'ın azabına yakalanan geçmiş kavimlere)
zulmediyor değildi, onlar kendi kendilerine zulmetmedelerdi."[156]
Sadece insanlar değil, kainattaki hiçbir
varlık Allah'tan zulüm görmez:
"Allah,
hiçbir zaman âlemlere zulüm istemez."[157]
Bütün bu ayetler, gerçekte insanı
aklının idrak ettiği şeye yöneltmekte ve onun hükmünü
vurgulamaktadır.
Bu nedenle Biz inanıyoruz ki Allah Teâla kimseye kapasitesi
dışında yüklemez:
"Allah,
hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemez."[158]
Yukarıda vurgulanan gerçekler nedeniyle
şuna inanmaktayız ki deprem, doğal felaketler, belalar vb. gibi,
dünyada vuku bulan acı olaylar ve felaketlerin nedeni kimi zaman (Lut
kavminde olduğu gibi) Allah'ın cezalandırmasıdır.
"(Azab
konusunda) emrimiz geldiği zaman onların şehirlerinin
altını üstüne çevirdik ve üzerlerine istif edilmiş taşlar
yağdırdık."[159]
Nankör ve isyankâr Seba halkı için
"Onlar Allah'a itaatten yüz çevirdiler, biz de yıkıcı seli
gönderdik onlara" buyrulur.
Bu tür hadiselerin bir kısmı da
insanların ibret alıp uyanması ve hak yola geri dönmesi içindir:
"İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla karada ve
denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki dönerler diye, (Allah) onlara,
yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine
taddırmaktadır."[160]
O halde bu acı felaketlerin bir
kısmı gerçekte Allah'ın bir lütfudur.
Bir kısım belalar da insanın
kendi eliyle kendi başına açtığı belalardır;
başka bir deyişle insanın kendi cahilliklerinin neticesidir:
"Gerçekten
Allah, kendileri kendilerini değiştirmedikçe bir toplumda olanı
değiştirmez."[161]
"İyilikten
yana sana ne gelirse Allah'tandır ; kötülükten yana sana ne gelirse, o da
senin kendindendir."[162]
Biz
inanıyoruz ki: Yaratılış âlemi en
mükemmel sistem sahnesidir. Yani bugün kainatta mevcut bulunan sistem ve düzen,
kainatta varolması gereken en mükemmel sistem ve düzendir. Bu muazzam
sistemde her şey dakik bir şekilde hesaplanmış olup belli
bir düzen ve program üzere yürümektedir; hakka, adalete ve iyiliğe
aykırı hiçbir şey yoktur bu yaratılış sisteminde.
İnsan topluluklarında görülen kötülükler tamamen insanın kendi
ürünü olup yine ona aittir.
Tekrar diyoruz ki biz, İlahi adaleti
İslam dünya görüşünün ana temellerinden biri olarak kabul etmekteyiz.
Altını çizerek şunu söylüyoruz: İlahi adalet olmazsa
tevhid, nübuvvet ve ahiret meselesi
tehlikeye girer.
Bir hadiste, İmam Sadık
hazretlerinin (a.s) dinin temelinin
tevhid ve adalet olduğunu vurguladıktan sonra şöyle
buyurduğu geçer: "Tevhid, senin kendine reva olanı,
Rabbine reva görmemendir (ve O'nu mümkünât sıfatlarının
tamamından münezzeh bilmendir); adalete gelince: Kendin yapman halinde
seni kınayacağı birşeyi Allah'a nispet vermemen ve O'nun
böyle birşeyi yapacağını düşünmemendir.[163]
Daha önce de değindiğimiz gibi biz
fıkıhta dört temel kaynağı tanımaktayız:
1) Kitabullah: İslam ilim ve hükümlerinin
ana kitabı ve en ileri belgesidir.
2) Hz. Resulullah (s.a.a) ve masum Ehl-i Beyt
İmamlarının (a.s) sünneti.
3) Masumun görüşünde kenetlenecek bir
ulema ittifak ve icması (yani bu icma, masumun görüşünü ortaya
çıkarabilecek nitelikte olmalıdır).
4) Aklî delil: Maksat kat'i olan akli
delildir. Kıyas ve istihsan gibi zanni akıl delilleri hiçbir
fıkhi meselede bizce geçerli değildir. Bu nedenle de bir fakih, kitap
ve sünnette hükmü apaçık belirtilmemiş olan bir konuda kendi
görüş ve fikrine göre bir maslahata karar verecek olursa bu kararı
"ilâhî hüküm (şeriat hükmü) olarak ilan edemez (çünkü bu,
Allah'ın değil onun kendi görüşüdür).
Aynı şekilde şeriat hükümlerini
bulabilmek (keşif) için zannî kıyaslar ve benzeri (salt
mantıklama ve ihtimallere dayalı) yöntemler bizde caiz değildir.
Ama insanda mutlak anlamda yakîn hasıl olursa, yani mesela zulmün kötü
olduğundan; yalanın, hırsızlığın ve ihanetin
kötü ve çirkin olduğundan emin olma ve bunlarda yakine varma gibi bir
yakin ve emin olma durumu hasıl ederse işte ancak o zaman bu
"muteber akıl" hükmünde olur ve "Aklın hükmettiği her şeye, şeriatta
hükmeder" hükmü gereğince şeriat hükmü sayılır.
Gerçekten ibadi, siyasi, iktisadi ve içtimâî
mevzularda mükelleflerin ihtiyaç duyacağı hükümler için elimizde Hz.
Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) yeterince
hadis ve rivayet mevcut olup o tür "zannî deliller"e
sığınmamıza hiç gerek yoktur. Hatta "mustahdese"
meselelerde, yani zaman geçtikçe insanoğlunun hayatında boy gösteren
mevzularla (çağdaş konularla) ilgili hükümlerin
çıkarılması için gerekli
genel hüküm ve usullerin Kitapta ve Hz.Resulullah'ın ( s.a.a) sünnetiyle
masum Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) kelam ve siyerinde mevcut
olduğuna ve bu nedenle de bizim zannî delillere yönelmemizin hiç
gereği olmadığına inanmaktayız. Yani o genel hükümlere
müracaat edildiğinde "mustahdese" (zamanla ortaya çıkan
çağdaş) konularla ilgili hükümler kolayca
çıkarılabilmektedir. Bununla ilgili detaylı açıklamalar
için başvurulabilecek kaynak eserler mevcuttur.[164]
Biz
inanıyoruz ki: İçtihad kapısı
şeriat meselelerinin tamamı için açıktır ve görüş
sahibi bütün fakihler, fıkhın dört kaynağından istifadeyle
ilahi hükümleri çıkararak istinbat gücü ve imkanı olmayanlara
sunabilirler. Bu durumda vardıkları görüşün ve elde ettikleri
istinbat ve çıkardıkları hükmün bazı konularda geçmiş
fakihlerden bazı farklılıklar taşıması pekalâ
mümkündür.
Keza; fıkıhta uzman ve görüş
sahibi olmayanların, fıkıhta uzman ve görüş sahibi olup
yaşadığı çağ ve
mekanın yeni gelişme ve meselelerine vakıf bulunan diri
fakihlere uyması ve fıkhî tabiriyle onları taklid etmesinin
gerekli olduğuna inanmakta ve "fıkhı bilmeyenlerin
fıkhı bilenlere
müracaatlarının lüzumunu bedihiyattan (tartışma
götürmez apaçık konulardan) saymaktayız.
Biz bu fıkıh uzmanlarına
"taklid mercii"leri diyoruz. Bu nedenle de hayatta bulunmayan bir
fakihe birinci dereceden müracaat ve taklidi caiz görmemekteyiz.
Fıkhın bütün çağ ve mekanlarda dirilik ve tazeliğini
koruması ve böylelikle kendi tekamül seyrini takib etmesi için, sürekli ve
kesintisiz bir şekilde hareket halinde olması ve mukallid
olanların mutlaka hayatta bulunan bir fakihe başvurması
gerektiği inancındayız.
Biz
inanıyoruz ki: İslam'da hüküm, kural ve
kanun boşluğu ve eksikliği yoktur. Yani insanların
kıyamet gününe değin ihtiyaç duyabileceği hüküm ve prensiplerin
tamamı İslam'ın potansiyelinde mevcut olup kesinlikle beyan
edilmiştir ki bu beyan kimi zaman apaçık mevzuuyla ortada olup, kimi
zaman da genel bir hükmün çerçevesinde beyan edilip öngörülmüş
durumdadır. Bu nedenle fakihlerin yeni bir "kanunkoyuculuk"
yetki ve hakları yoktur; bilakis onlar, fıkhın dört temel
kaynağına müracaatla gerekli bütün hükümleri bulup çıkarmak ve
umumun hizmetine sunmakla yükümlü ve mekelleftirler. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem
efendimize (s.a.a) nazil olan en son sure veya en son surelerden biri olan
Mâide 3'de şöyle buyrulmaktadır: "Bugün size dininizi kemale erdirdim,
üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı
seçip beğendim."
Yukarıdaki ayetten de
anlaşılacağı üzere, bütün çağlar ve mekanlar için
gerekli fıkhi hükümleri taşımayan ve bu açıdan mükemmel
olmayan bir dinin Allah Teâla tarafından "kemale erdirilip
tamamlandığı"nın söylenmesi mümkün değildir. Bu
sarih ayete binâen İslam ve hükümleri her zaman ve mekan için "tam,
mükemmel ve en uygun olan din"dir. Nitekim Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
Veda Haccı'ndaki şu buyruğu herkesçe bilinmektedir:
"Ey
insanlar! Cennete yaklaştırıp cehennem ateşinden
uzaklaştıracak her şeyi size emrettim; cehennem ateşine
yaklaştırıp cennetten uzaklaşmanıza sebep olacak her
şeyi de size yasakladım (gerekli emir ve yasakların
tamamını böylece size iletmiş bulunuyorum artık."[165]
İmam
Sadık hazretlerinin (a.s) şu meşhur sözlerinde de aynı
gerçek vurgulanmaktadır: "Hz. Ali'nin (a.s) bizzat Hz.Resulullah'ın (s.a.a) emri ve
imlasıyla kaleme alıp yazmadığı bir tek İslam
hükmü kalmadı; bir insanın vücuduna düşecek küçük bir
sıyrığın bile diyeti yazılıp
kaydedilmiştir!"[166]
İslam, bütün hükümleri böylesine
detaylarıyla belirlediğine göre zannî delillerle kıyas ve
istihsan gibi yollara başvurmağa gerek kalmaz.
Kişinin fikrini belirtmesi halinde can
güvenliği vb. tehlikeyle karşılaşacağı bir
ortamda olması ve mesela böyle bir
tepki gösterecek mantıksız, cahil ve kör taassuba sahip
insanların arasında bulunması, üstelik öyle bir ortamda fikrini
ve inancını belirtmesinin önemli bir hayra da vesile
olmayacağını görmesi halinde fikrini ve inancını
gizleyip düşüncesini açıklamaması ve kanının boş
yere dökülmesine sebebiyet vermemesi farzdır. Adına
"takiyye" dediğimiz bu ameli aşağıdaki iki
ayetten ve aklî delilden çıkarmaktayız:
"Firavun
ailesinden olup imanını gizlemekte olan mümin bir adam (Musa'yı
savunmak için) dedi ki: Siz, "Rabbim Allah'tır diyen bir adamı
mı öldürüyorsunuz?! Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle
gelmiş bulunmaktadır!..."[167]
Görüldüğü gibi bu ayette açıkça "imamını
gizlemekte olan" buyrulmaktadır; öyle bir ortamda Firavun
ailesinden olan o müminin imanını açıklayıp
hayatını tehlikeye düşürmesinin kayda değer hiçbir
faydasının olmayacağı apaçık ortadadır.
Yine Kur'an-ı Kerim; sadr-ı
İslam Müslümanlarından olup inatçı ve yobaz müşriklerin
eline düşen bazı mücahid müminlere takiyye emri vermekte ve
şöyle buyurmaktadır: "Müminler, müminleri bırakıp da
kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'tan kopmuş
demektir; ancak, onlardan korunma gayesiyle sakınmanız ve takiyyede
bulunmanız başka."[168]
Binaenaleyh takiyye, yani insanın
inancını gizlemesi olayı, yobaz ve tutucu düşmanlar
karşısında ırz, namus, can ve malın korunması
için gerekli ve geçerli bir durumdur. İnancın
açıklanmasının hiçbir hayır ve fayda
sağlamayacağı böyle yerlerde insanların hayatını
tehlikeye düşürmenin anlamsız olduğu ortadadır, gerekli
anlar için Müslümanın nefsi korunmalıdır. Bu nedenledir ki
İmam Sadık hazretleri (a.s) şöyle buyurmaktadırlar:
"Takiyye,
müminin savunma kalkanıdır."[169]
Bu rivayetteki "kalkan" tabiri,
takiyye için kullanılabilecek en mükemmel tabirdir ki takiyyenin savunma aracı
olduğunu göstermektedir.
Keza, Ammar-ı Yasir'in (r.a)
müşriklere karşı takiyyede bulunması ve Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) onun bu davranışlarını
onaylaması, bütün Müslümanlarca bilinen ve takiyyenin yeri ve
şartlarını gösteren en güzel örneklerden biridir.[170]
Savaşlarda orduların
uyguladığı kamuflaj taktikleri, savaş
sırlarının gizli tutulması...vb. uygulamalar insan
hayatında takiyyenin bariz örnekleri sayılır. Çünkü takiyye,
açıklanmasının hiçbir fayda sağlamayacağı gibi,
zarar ve tehlikeye de yolaçabileceği bir gerçeğin açıklanmamasından
ibarettir. Sadece Şia’ya mahsus değil, bütün dünya Müslümanları,
hatta akl-ı selim sahibi herkes için apaçık geçerli bir akıl ve
mantık hükmüdür.
Bu açık gerçeğe rağmen kimi
garazkâr ellerin bunu Şia’ya mahsus bir hüküm gibi lanse etmesi, hatta hem
Kur'an'da hem hadiste açıkça hükmü bulunan ve hem bizzat Hz. Resulullah
(s.a.a) hem sahabesi ve hem de akl-ı selim sahibi herkesçe uygulanan ve
uygulanması lazım gelen böylesine sarih bir hükmü ve şer'i
taktiği adetâ "olumsuz bir davranış ve menfi bir
tutum(!)" muşçasına göstermeye çalışması bir
hayli düşündürücüdür!
Biz
inanıyoruz ki: Bütün bu suizan ve
yanlış düşüncelerin nedeni, bugüne kadar Şia
hakkındaki araştırmaların maalesef samimiyetle ve
kaynağından yapılmamış olması veya Şia
inançları hakkında düşmanların fısıltılarına
kulak verilegelmiş olmasıdır. Yukarıdaki kısa, ama öz
açıklamadan sonra takiyye mevzuunun aslı-astarının
yeterince anlaşılmış olmasını ummaktayız.
Burada şunu da hemen
hatırlatalım ki takiyyenin haram olduğu yerler de vardır;
yüce İslam dini ve aziz Kur'an'ın veya İslâmi nizamların ciddi bir
tehlikeye düşmesi halinde takiyye etmek haramdır, bu durumda insanın
canına mal olsa dahi gerçeği söylemesi, fikrini ve inancını
belirtmesi gerekir. Nitekim Aşura günü İmam Hüseyin'in Kerbelâ'da
gerçekleştirdiği şanlı kıyam bunun en
çarpıcı örneğidir. Ümeyyeoğulları İslam'ın
esasını tehlikeye düşürmüş olduklarından, Hz.
İmam Hüseyin (a.s) kendi canı
ve en azizlerinin canı, kanı ve esareti pahasına, duruma
müdahele ederek Emevilerin gerçek yüzünün görünmesini sağlamış
ve uçurumun ağzına kadar
getirilmiş olan Rabbinin yüce
emaneti olan İslam'ın kurtulmasına vesile olmuştur.
Biz, İslam'ın esası olan Kur'an
ve sünnetin buyurmuş ve farz kılmış olduğu bütün
ibadetlerle mükellef bilmekteyiz kendimizi; bunların başında
gelen, Allah'la kul arasındaki en önemli irtibat köprüsü olan günlük
beş vakit namazla; imanı takviye etmenin en mükemmel yolu ve nefsin
kötülüklerden arıtılarak tezkiye ve tehzib edilip takvaya
ulaşmasında en etkili araç olan mübarek Ramazan orucu gelir.
Takvanın etkin vesilesi olup Müslümanlar
arasında dostluk, ünsiyet ve kardeşliği güçlendiren
Beytullah'ı haccetme farizasını, şer'an öngörülen
şartlara haiz her Müslümanın önründe bir kez yerine getirmekle
mükellef olduğuna inanmakta; malın zekatını, humsu, iyiyi
emredip kötüden menetmeyi (emr-bi'l maruf ve nehy-i ani'l münker), İslam ve Müslümanlara
taarruzda bulunan herkes ve her güce karşı cihadı da bütün
Müslümanlara farz bilmekteyiz.
Tabii ki bunlarla ilgili fer'i (detay)
bazı hususlarda İslam mezhepleri arasında bir takım
farklılıklar vardır ki dört ehli sünnet mezhebi arasında da
bu tür detay farklılıkları elbette ki mevcuttur.
Bu farklılıklardan biri şudur:
Yevmiye namazlarının tam vaktinde ve ayrı olarak beş
vakitte kılınmasının daha iyi olduğuna, bunun efdal
sayıldığına, ama öğlenle ilkindi ve akşamla
yatsının cemedilmesinin de caiz olduğuna inanmaktayız. Cem
izni, zahmetli durumda olanlar için bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)
tarafından verilmiştir.
Sahih-i Tirmizi'de İbn-i Abbas'tan
şöyle naklolunur: "Hz. Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) Medine'de bulundukları
halde bir gün öğleyle ilkindi ve akşamla yatsı
namazlarını cemettiler, bu sırada ne korkulacak bir durum
vardı, ne de yağmur yağmadaydı." İbn-i Abbas'tan,
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu iki
namazı neden cemettiğini sordular,"ümmeti zahmete düşürmek
istemedi" şeklinde cevap verdi (yani: "Ayrı kılmak
zahmet verici olacaksa, bu şekilde cemedebileceklerini göstermek
istedi" denilmektedir.)[171]
Burada şu noktaya bilhassa dikkat çekmek faydalı olacaktır:
Özellikle sanayi komplexleri ve faal üretim merkezleriyle fabrikalarda sosyal
yaşamın karmaşık bir ilişkiler yumağında
yürüdüğü günümüzde yevmiye namazların mutlaka beş vakitte kılınması gerektiği
şeklindeki bir "olmazsa olmaz" zannı birçok insanın
namazı büsbütün terketmesine neden olmuştur. Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) bilfiil sünnetiyle göstermiş olduğu bu terhis ve cemetme,
namaz konusunun günümüz sosyal
yapısında daha kolaylıkla ciddiye alınmasına ve
namaz kılmak isteyenlerin bu yüce ibadette
samimiyetle sebat göstermelerine yardımcı olacaktır.
Biz namazda secde ederken toprağa veya
yeryüzünün diğer parçalarına ya da en azından yenilmeyen ve giyilmeyen
şeyler dışında bütün ağaç ve bitkilerin yaprak veya
ahşaplarına secde edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bu nedenle, mesela halıya secdeyi caiz
bilmiyor ve secde için bilhassa toprağı tercih ediyoruz. Bu nedenledir
ki çoğu Şia, taşınması ve bulundurması kolay
olsun diye temiz topraktan kalıp halinde "mühür" denilen küçük
toprak kalıpları temin eder ve secdede buna başkoyarlar; böylece
secde ettikleri yerin hem toprak, hem temiz olduğundan emin olmuş
olurlar.
Bu hususta bizim istinad ettiğimiz
dayanak "Yeryüzü
bana secde mahalli (mescid) ve temiz kılınmıştır"
hadis-i şerifidir. Sihah ve diğer önemli kitapların çoğunda
bu hadis mevcuttur.[172]
Burada kimileri hadiste "mescid"
tabiriyle geçen kelimeden anlamın "secde edilen yer ve
mahal"değil, namaz kılınan yer (Türkçede: cami)
olduğunu zannedebilirler; ama bu hadiste geçen arapça "tehurâ"
tabiri "teyemmüm edilen temiz toprak anlamında kullanıldığından,
"mescid" terimi de cami değil "secdegâh, secde edilen
yer" anlamına gelmektedir; yani hadisin mazmunu şudur:
"Yeryüzünün
toprağı hem temiz, hem secdegâhtır."
Ayrıca, Ehl-i Beyt İmamlarından
(a.s) secdede başın konulduğu yerin toprak veya taş vb.
olması gerektiği yolunda çeşitli rivayetler
ulaşmıştır.
Biz, Hz. Resulullah (s.a.a)la diğer
peygamberler (a.s), Ehl-i Beyt İmamları (a.s) ve büyük İslam
alimleriyle evliya ve şühedânın mezarlarının ziyaret edilmesinin
önemle vurgulanan bir müstehap amel olduğuna inanmaktayız.
Bu hususta Ehl-i Sünnet'in muteber ana
kaynaklarında, bilhassa Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek makberinin
ziyaretine dair sayısız rivayetler vardır ki Şia
kaynaklarında da aynı mazmunda birçok hadis ve rivayete rastlamak
mümkün olup bu hadis ve rivayetler başlıbaşına bir kitap
olacak kadar fazladır da.[173]
Tarih boyunca büyük İslam alimleri ve
Müslüman kitleler buna önem vermiş ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) veya
diğer İslam büyüklerinin makberlerini ziyaret hususunda
yığınlarca kitap yazılmıştır.[174]
Bu konu, bütün Müslümanların icma ve ittifak ettiği önemli konulardan
biridir.
Bu arada ziyaretin ibadet
sanılmaması gerektiğini de hemen hatırlatalım; ibadet
sadece ve sadece Allah'a mahsustur; ziyaretse İslam büyüklerini
saygıyla anma ve onlardan Allah indinde şefaat talebinde bulunmadır.
Hatta bizzat hz .Resulullah da) s.a.a) kabir ehlini ziyaret eder, Bakiy
mezarlığına gider ve ölülere selam ve duada bulunurdu.[175]
Binaenaleyh hiçbir Müslüman bu amelin
meşruluğundan şüphelenemez ve bu hususta tartışmaya
giremez.
Biz, İslam şehidleri için
ağıtın ve bilhassa Kerbelâ şehidlerine yas tutmanın
onların anısını yaşatacağına,
İslam'ın bekâsı ve devamı için onların yaptıkları
fedakarlığın unutulmamasını
sağlayacağına inanıyoruz. Bu nedenle de sözkonusu günler ve
yıldönümlerinde, bilhassa cennet gençlerinin efendisi,[176]
müminlerin emiri Hz. Ali'nin (a.s) ve yüce İslam peygamberinin biricik
kızı ve Kevser suresinin mazharı, müminlerin annesi Hz.
Fâtımâ'nın (a.s) sevgili yavrusunun ve yarenlerinin şehadetine
rastlayan Muharrem ayının ilk on günü olan "Aşurâ
Günleri"nde yas tutmakta, bu yas programlarında onların
yaşamlarını anlatıp İslam yolunda yaptıkları
feragât ve giriştikleri büyük işleri gündeme getirip analiz etmekte,
yüce hedeflerini hatırlatmakta ve onların büyük ruhlarını
saygı ve rahmetle anmaktayız.
Biz Emevilerin İslam için çok tehlikeli
bir devlet kurduklarını, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)sünnetlerinin
çoğusunu değiştirdiklerini, sayısız bid'atler
çıkardıklarını ve İslâmi değerleri yok edebilmek için azmettiklerini
görmekteyiz.
İmam Hüseyin hazretleri (a.s) hicretin
61. yılında, İslam'î bir yaşantıyla uzaktan
yakından hiçbir alâkası bulunmayan, günahlar işleyen ve
laubalilikleriyle ünlü olan ve ne yazık ki babası Muaviye tarafından hilafet tahtına
oturtulmuş bulunan Yezid'e karşı emr-i bi'l maruf ve nehy-i
ani'l münkerde bulunmak için kıyam etti; bu şanlı kıyamda İmam Hüseyin'le
evlatları ve yarenleri şehid düşüp Ehl-i Beyt'in bütün
kadınlarıyla çocukları esir oldularsa da onların
kanları Müslüman ümmetin kurumakta olan din damarına yepyeni ve
taptaze bir kan pompalamış oldu; İslam beldelerinin dört bir
yanından zalim Emevî iktidarına karşı isyanlar ve
kıyamlar başladı ve Ümeyyeoğullarının
sarayının temelleri sarsılır oldu ve derken bu zulüm
defteri de çok geçmeden dürülüverdi.
Dikkate değer nokta, Kerbelâ
kıyamından sonra Emevi iktidarına karşı
başgösteren bütün kıyamların "Hz. Muhammed'in (s.a.a)
evlatlarını hoşnut etmek ve Hz. Hüseyin'in (a.s)
kanını almak için" vuku bulmuş olmasıdır. Hatta
Abbasilerin keyfi iktidarları boyunca başgösteren kıyamlarda da
yer yer aynı Şiar ve slogana rastlanır .[177]
İmam Hüseyin'in (a.s) kanlı
kıyamı bugün biz Ehl-i Beyt taraftarları için her nevi zulüm ve
zorbalığa karşı direniş programı ve mukavemet
stratejisi konumundadır. Onun Yezid iktidarına karşı
haykırdığı "Biz zillete asla
eğilmeyiz!" feryadı ve "Hayat;
inanmak ve inancı uğruna cihad etmektir!" Şiarı
kanlı Kerbela tarihinin en anlamlı ve en çarpıcı
mesajları olup tarih boyunca zulüm ve zorbalığa karşı
Hüseynî kan ve kıyamdan aldığımız güçle direnmemize ve
hakkın küfre galibiyetini en çarpıcı şekilde gözler önüne
sermemize yaramıştır ki bunun en son örneği olan İran
İslam Cumhuriyeti İnkılabı'nda da Müslüman kitleler
aynı slogan ve aynı inancın heyacanıyla harekete geçmişlerdir.
Kısacası başta Kerbelâ
şehidleri gelmek üzere, İslam uğrunda şehid olanların
anısını tazelemek, iman ve inanç yolunda canından geçip
yiğitçe şehadeti kucaklama aşkı kazandırmaktadır
bize; zulme eğilmeden ve daima başı dik yaşamanın
ancak bu yolla mümkün olduğunu öğretmekte, zulme ve
zorbalığa karşı takınmamız gereken tavrı
netleştirmektedir. Bizim her yıl bu şehidlerin
anısını tazeleyip onların yasına oturmamızın
ana felsefesi bundan ibarettir işte.
Kimileri bizim bu tür yas merasimlerinde ne
yaptığımızı anlamayabilir ve meselenin tarihte olup
bitmiş bir olay olduğunu ve üzeri küllenmiş bir hadiseyi
hatırlayıp durduğumuzu zannedebilir. Ama olay salt bir tarihi
vak'adan ibaret olmayıp tamamen mektebîdir; bu anma merasimlerinin
geçmiş, bugünkü ve gelecek tarihimizdeki yapıcı rolü olanca
çarpıcılığıyla ortadadır zaten.
Uhud Gazvesi'nden sonra Hz. Resulullah'la
(s.a.a) Müslümanların; bu gazvede şehid düşen Seyyid-uş
Şüheda Hz. Hamza'ya nasıl yas merasimi tuttuğu bütün muteber
kaynaklarda kayıtlıdır: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ensardan
birinin evi önünden geçerken ağıt ve ağlama sesleri duydu;
mübarek gözleri yaşla dolarak "Hamza'ya yas tutan kimse yok!"
buyurdu. Sa'd b. Muaz bunu duyunca "Benî Abdul'eşhel" boyundan
olanlara giderek bu boyun kadınlarının Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) sevgili amcası Hz. Seyyud-iş Şuheda Hamza'nın (a.s)
evine giderek orada Hz. Hamza için yas tutmalarını istedi.[178]
Bunun Hz. Hamza Seyyid-uş Şuheda'ya
mahsus olmadığını ve İslam uğruna şehid
düşenlerin anısının gelecek nesillerde canlı
tutulması gerektiğini bilmekteyiz; böylelikle Müslüman nesillerin
damarlarında daima taptaze şühedâ kanı bulunacak ve onların
anısını sürekli hissedebileceklerdir.
İlginç bir tesadüf; bu
satırların kaleme alındığı şu sırada
hk. 1417 Muharrem'inin 10'u, yani Âşura Günü olmasıdır. Şia
dünyası gerçekten baştanbaşa şevk ve heyecan içinde bugün.
Çocuklardan yaşlılara varıncaya kadar herkes karalar giymiş
Hz. İmam Hüseyin'le (a.s) Kerbelâ'da şehid düşen yarenlerinin
yasını tutmada ve yekvücut bir halde bütün Şia dünyası onların
anısını tazelemede bugün. Bu yaslı milyonluk kitleler
tepeden tırnağa öylesine bir Hüseynî şevk ve şehadet
sevdasına tutulmuş ki, İslam
düşmanlarına karşı çağrılacak bir savaşa
derhal koşmaya ve aziz İslam için bir çırpıda silaha
sarılıp can-u gönülden şehadete lebbeyk demeye hazır
halde... Onlar bu muazzam günde sevgili İmamları Hz. Hüseyin'le (a.s)
onun yiğit yarenlerini adeta Kerbelâ'da çarpışırken
görmekte ve o muazzam sahneleri âdeta yaşamaktadırlar.
Bu Hüseynî merasimlerde istikbar ve sömürüyü
reddedici, her nevi zulüm ve zorbalığı kınayıcı,
zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü teşvik edici şiir ve
makaleler okunmakta ve bu mazmunda ağıtlar yakılıp müminlerin
bilinçlenmesi sağlanmaktadır.
Biz bu tür merasimleri, özenle korunması
gereken büyük sermayeler olarak görüyor; İslam, iman ve takva ruhunun
canlı tutulması yolunda en etkili bilinçlenme yollarından biri
olarak kabul ediyoruz.
İslam fıkhında meşru bir
nikah da fıkıhtaki adına "mut'a" denilen "sadece
belli bir süre için kıyılan" geçici nikahtır. Binaenaleyh
iki nikah vardır: Süresi sınırsız olan daimi nikah, süresi
eşler tarafından belirlenen süreli nikah.
Kimileri, mut'ayı çok farklı bir
nikah zannederler, bu zannın tam tersine, mut'a nikahı çoğu
yönden daimi nikahla aynıdır. Mihriye, kadının nikaha engel
teşkil edecek durumlarda olmaması, dünyaya gelecek çocukların
şer'i ve nesebî haklarının mahfuz olması gibi konular
tıpkı daimi nikahtaki gibidir; keza, daimi nikahta olduğu gibi
bu nikahta da ayrıldıktan sonra mutlaka iddet tutulması
gerekmektedir. Evet, mut'a nikahının bu şer'i ölçüler
çerçevesinde meşru olduğunu bilmekte, bunun da kendine has özellikler
taşıyan bir nikah olduğunu kabul etmekteyiz.
Mut'a nikahıyla daimi nikah arasında
bazı farklılıklar da vardır ki bunları şöylece
sıralamak mümkündür: Mut'a nikahında erkek, kadının
nafakasını vermekle yükümlü olmaz ve eşlere birbirlerinden miras
düşmez. Ama çocukları hem anne - babalarından, hem birbirlerinden
miras alırlar.
Mut'a nikahının hükmü, Kur'an-ı
Kerim'de Nisa, 24'te sarih bir beyanla şöyle buyrulmaktadır:
"Mut'a ettiğiniz kadınların
mihrini ödeyin"
(yararlandığınız kadınlara ücret (mihir-lerini, tespit
edildiği miktarıyla ödeyin).
Büyük müfessirlerle önde gelen muhaddislerin
büyük bir ekseriyeti bu ayetin mut'a nikahı hakkında indiğini
kaydetmişlerdir.
Ehl-i Sünnet kitapları içinde Taberi
Tefsiri'nde bu ayetin mut'a nikahına ait olduğu geçmekte ve birçok sahabenin
buna şehadetini gösteren yığınlarca rivayet nakledilmektedir.[179]
Dürr-ul Mensur'la Sünen-i Beyhâki'de de
aynı konuda pek çok rivayet vardır.[180]
Sahih-i Buhari, Müsned-i Ahmed ve Sahih-i
Müslim ve diğer önemli kaynakların tamamında Hz. Resulullah
(s.a.a) döneminde mut'anın uygulanmakta olduğuna dair (kimi yerde de
buna muhalif) çeşitli rivayetler vardır.[181]
Bazı Ehl-i Sünnet alimleri mut'anın
Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde olduğunu ve sonra bu hükmün
neshedildiğini öne sürerken önemli
bir ulema kesimi de bu hükmün Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde uygulanmakta
olup daha sonra Ömer tarafından neshedilmiş olduğuna
inanmaktadır.
Ömer'in bizzat şu sözleri, meseleyi
yeterince aydınlığa kavuşturucu niteliktedir:
"Peygamber zamanında iki mut'a
vardı ve ben bunların ikisini de haram ediyorum, buna uymayanı
da cezalandırırım: Biri kadınların mut'ası, biri
de hac mut'asıdır (bir çeşit hac) !"[182]
İslam'ın diğer birçok hükmünde
olduğu gibi bu hükmü hususunda da Ehl-i Sünnet ravileri arasında
görüş farklılıkları vardır; kimine göre Hz. Peygamber
(s.a.a) zamanında, kimine göre Ömer zamanında neshedilmiştir;
kimi de sayıları az da olsa meseleyi büsbütün inkar etmektedir! Bu
tür ihtilaflar Ehl-i Sünnet fıkhında vardır; ancak, Şia
fakihleri mut'anın meşruluğu hususunda müttefik ve görüş
birliği içindedirler; Şia uleması bu hükmün Hz. Resulullah
(s.a.a) döneminde kesinlikle neshedilmediğine göre, o hazretin
irtihalinden sonra da hiçkimsenin Kur'an ve sünnet hükmünü değiştirme
yetkisi bulunmadığı görüşündedir.
Biz
şuna inanıyoruz ki: Suistimal edilmemesi ve
kötüye kullanılmaması halinde (ki bütün hükümler için aynı
ihanet tehlikesi sözkonusudur (çev-) daimi nikahla evlenme imkanı olmayan
gençlerle ticarî, iktisadî, tahsil vb. gibi çeşitli nedenlerle ailesinden
ayrı düşen ve uzun yolculuklarda bulunma zarureti
taşıyanlar için olduğu gibi çeşitli sosyal meselelerin bir
kısmına cevap verici bir nitelik taşıyan mut'anın
engellenmesi halinde en azından sıraladığımız
konumdaki insanların fuhuş ve zinaya düşme tehlikesi
artacaktır. Özellikle evlenme yaşının çeşitli
nedenlerle yükseldiği ve bu yetmezmiş gibi şehvetleri tahrik
edici faktörlerin de giderek artmaya
devam ettiği çağımızda mut'a yolunun
tıkanması halinde fuhuş yolunun açılacağı
muhakkaktır.
Bir kez daha altını çizerek
vurguluyoruz: Biz mut'anın şehvet düşkünlerinin
oyuncağı olmasına ve bu İslamî hükmün kadınları
kötü yollara düşürme gibi çirkin amellere vasıta edilmesine
kesinlikle karşıyız; ancak bir kanunun bazılarınca
suistimal edilmesi o kanunun kaldırılmasını
değil, suistimallerin önlenmesi için gerekli tedbirlerin
alınmasını icab ettirir.
Şiilik Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde
varolmuş ve bizzat o hazretin hadisleriyle şekil bulmuştur ki bu
hususta çok sarih deliller vardır:
Bu cümleden olmak üzere müfessirlerin çoğu,
Beyyine suresinin 7. ayetindeki "İman edip salih amellerde bulunanlar
ise; işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır"
buyruğunda geçenlerin kimler olduğu hususunda Hz. Resulullah'tan
(s.a.a) şu hadis-i şerifi nakletmektedirler: "Maksat, Ali'yle (a.s) onun
Şiası (ona uyanlar-dır."
Ehl-i Sünnet'in tanınmış
müfessiri Siyuti meşhur tefsiri "Dürr-ül Mensur"da İbn-i
Asakir yoluyla Cabir b. Abdullah'tan şöyle nakleder: "Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) yanındaydık, o sırada Ali (a.s)
geldi, Resulullah (s.a.a) onu görünce "Canımı elinde bulundurana
yemin olsun ki bu ve Şiası (ona uyan, onun izinden gidenler)
kıyamet günü kurtulacak olanlardır" buyurarak Ali'yi (a.s)
gösterdiler; bu sırada Beyyine suresinin şu ayeti nazil oldu: "...İman
edip salih amellerde bulananlar ise, işte onlar yaratılmışların
en hayırlılarıdır." Bu olaydan sonra Ali
(a.s) ne zaman ashabın bulunduğu bir topluluğa gelecek olsa sahabe
hep bir ağızdan "Yaratılmışların en
hayırlısı geldi!" diye söylerlerdi."[183]
Çok az farklı deyişlerle aynı
hadisi İbni Abbas, Ebu Baraze, İbni Mürdeveyh ve Atıyye-i Avfî
de nakletmişlerdir.[184]
Görüldüğü gibi "Şia" ve
"şii" adı bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından Hz.
Ali'yle (a.s) yakın irtibatı bulunup onunla dost olan Müslümanlar
için kullanılmıştır. Bu hadis-i şerif,
"Şia" adının halifeler döneminde Hz. Ali (a.s)
taraftarlarına verildiği veya şiiliğin safeviler döneminde
ortaya çıktığı vb. diğer bütün iddiaları
çürütmektedir.
Biz, diğer İslam mezheplerine mensup
Müslümanlara saygı duymakta, onlarla aynı safta namaza durmakta, aynı
kıbleye yönelmekte, aynı zaman ve mekanda haccetmekte ve bütün
İslâmî ülkü ve hedeflerin tahakkuku için samimiyetle elbirliği ve
işbirliğinde bulunmaktayız; bunun yanısıra Hz. Ali'yi
(a.s) imam kabul edip ona uyanların bazı önemli özellikler
taşıdığına ve bu nedenle Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) özel ilgi ve teveccühünü kazandıklarına da inandığımızdan Hz.
Ali'nin (a.s) okulunu izlemeyi tercih etmiş bulunmaktayız.
Evet, şiiliğin ve
"Şia"nın bütün tarihi özetle budur.
Bu yalın gerçeğe rağmen
bazıları kör bir muhalefet taassubunu bırakamamakta ve
şiiliği Abdullah İbni Seba gibi şeylerle
irtibatlandırmaya çalışarak "şiilik, bir yahudi
dönmesi olan Abdullah b. Seba'nın çıkardığı bir mezheptir"
demektedirler. İşin ilginç tarafı şiiliğin böyle bir
isimle hiçbir ilgisinin olmaması ve Şia rical kitaplarının
tamamında Abdullah İbn-i Seba'nın sapmış biri olarak
tanıtılması ve yine bazı rivayetlere göre mürted
olduğu için Hz. Ali (a.s) tarafından katline ferman verilmiş olmasıdır.
[185]
Bütün bunlar bir tarafa, mesele daha dikkatle
incelendiğinde Abdullah b. Seba diye birinin tarihte
yaşamamış olduğu hayretle görülecektir! Birçok ciddi
araştırmacı bu ismin tamamen uyduruk olduğunu ve Hz.
Ali'yle (a.s) onun Şiasını karalamak isteyenlerin kurduğu
çirkin bir senaryonun bir parçasını teşkil ettiğini
ispatlamışlardır bugün.[186]
Her hal-ü kârda bu isim bir düzmece değildir diyenlerin de bu ismin
Şia tarafından en azından sapık ve mürted bilindiğini
hatırlamasında fayda vardır.
Bu da pek çoklarınca yanlış
bilinen konulardan biridir; çoğu kimsenin sandığının
tam tersine şiiliğin merkezi ötedenberi İran
olmamıştır; bilakis sadr-ı İslam dönemi ve ona
yakın yıllarda şiiliğin birçok merkezi olmuştur ki
bunların en başta geleni bizzat Medine, Kufe ve Yemen'di. Hatta
Emevilerin onca zehirli propagandalarına rağmen (Irak'takiler kadar
olmasa da) Şam'da da pek çok Şia vardır.
Geniş Mısır topraklarında
da ötedenberi Şia Müslümanlar yaşamıştır; hatta
Fatımiler döneminde Mısır, şiiler tarafından
yönetilmiştir.[187]
Bugün de çok sayıda Şia
Müslümanının yaşadığı ülkelerden biri de Suudi
Arabistan'dır, burada "Mıntıka-i Şarkiyye" bir
Şia yerleşim bölgesidir. İslam düşmanlarının
çeşitli mezheplere mensup Müslümanları birbirine düşürebilme
gayesiyle sergilediği türlü oyunlar ve desiselere rağmen buradaki
Müslümanlar yekdiğeriyle barış içinde yaşamaktadırlar.
Bilhassa İslam'ın doğu ve
batı maddeci güçleri karşısında bir alternatif olarak
dikilip bu iki okuldan ümidini iyice kesmiş olan dünya milletlerinin
süratle dikkatini çekmeye başladığı
çağımızda, İslam düşmanlarının bu yüce dini
tezyif edip yenilgiye uğratma yolunda büyük ümitler beslediği en
şeytanî yöntem, Müslümanlar arasında mezhep kavgaları
çıkararak onları birbirine düşürmektir ki, Müslümanların
bilinçli ve uyanık davranması halinde bu oyun ve entrikaların
tamamı suya düşmeye mahkumdur.
Ehl-i Sünnet gibi Şia'nın da
çeşitli fırkaları vardır, ancak bunların en önemlisi
bugün dünya Şia nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan
"Şia-i İsna Aşeriyye=Oniki İmam Şiası"dır.
Bugün dünya Şia nüfusunun dakik bir
istatistiği yapılmamış olmakla beraber, bu rakamın
200-300 milyon olduğu sanılmaktadır ki bu da yaklaşık,
Müslüman nüfusun ¼'ünü teşkil eder.
Şia okulunun izleyicileri, Ehl-i Beyt
İmamları (a.s) vasıtasıyla Hz. Resulullah'tan (s.a.a) çok
çeşitli konularda pek zengin hadisler nakletmiş, yine Hz. Ali (a.s)
ve diğer imamlardan (a.s) da birçok hadis ve rivayet aktarılmıştır
ki bunlar bugün Şia maarif ve fıkhının temel
kaynağı durumundadırlar. Bu değerli birikimlerin en maruf
olanları bugün "Kutub-u Erbaa" (dört kitap) adıyla
tanınan "Kâfi", "Men Lâ Yahzuruh-ul Fakiyh",
"Tehzîb" ve "İstibsâr"dır.
Ancak, daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi bu dört kitap veya
diğer muteber bilinen kaynaklardaki her hadis ve rivayetin de
"kesinlikle muteber" olduğu gibi bir zanna kapılmaması
gerektiğini de hemen hatırlatalım. Her hadisin bir senetler
zinciri vardır, bu senetlerin herbirinin ricali, rical kitaplarında
ayrı ayrı incelenir, senedin bütün ricalleri emin ve güvenilir
çıkarsa o hadis ve rivayet "sahih" kabul edilir; aksi takdirde
"zayıf" veya "şüpheli" demektir. Bu da çok
karmaşık ve dakik bir ilim ve araştırma ister ki ilgili
dallarda uzman olan hadis ve rical alimlerinin çalışma sahasına
girmektedir.
Binaenaleyh Ehl-i Sünnet alimleriyle Şia
alimlerinin ünlü hadis kitaplarında hadis ve rivayetleri toplama yöntemleri
birbirinden çok farklıdır. Sıhahlarda; bilhassa Sahih-i
Buhari'yle Sahih-i Müslim'de kitaba alınmış olan hadisler sadece
yazarın, yani Buhari'yle Müslim'in görüşüne göre sahih olan
hadislerdir ve yazarları, bu kitaplarda kayıtlı bütün hadisleri
sahih saymakta ve bunlar, Ehl-i Sünnet'in inançları için ölçü ve
kıstas kabul edilebilmektedirler.[188]
Şia hadis alimleri ise Ehl-i Beyt (aleyhim'us-selam)a ait olduğu
söylenen bütün hadisleri kaynak kitaplarında toplamış ve
bunların hangisinin sahih olup hangisinin sahih
olmadığını ise rical alimlerinin gerekli incelemesine
havale etmiştir ki bu da çok önemli bir noktadır.
Bugün Şianın en önemli
kaynaklarından sayılan bir eser de merhum Şerif Razi'nin
yaklaşık 1000 yıl önce, Hz. Ali'nin (a.s) "hutbeler, mektuplar ve
vecizeler" şeklinde üç ana başlıkta derleyip
tanzim ettiği "Nehc-ul
Belağa" adlı eseridir. Hem anlam, hem edebî
çarpıcılığı açısından eşsiz bir
şaheser olan bu kitabı okuyup da etkilenmemek mümkün değildir.
Müslümanlar bir tarafa, Müslüman olmayanların da bu kitabı incelemesi
halinde İslam'ın Allah, tevhid, ahiret, yaratılış,
siyaset, ahlak ve sosyal konulardaki muazzam beyan ve görüşleriyle
tanışmaması ve neticede bu yüce dine hayranlık
duymaması mümkün değildir.
Şia'ya ulaşan bu büyük miraslardan
biri de Sahife-i Seccadiye'dir ki en
güzel ve en içerikli dualardan müteşekkil muazzam bir külliyattır.
Son decere yüce ve ulvî anlamlar içeren ve fevkâlede eğitici ve
öğretici olan bu eşsiz dualar demeti, gerçekte Nehc-ul
Belağa'nın bıraktığı tesiri bırakmakta,
ancak, bunu daha değişik bir yolla (dua ve Allah'a yakarıp O'na
tazarruda bulunma yoluyla) gerçekleştirmektedir. Bu duaların her
cümlesi insana yepyeni bir ders öğretmekte ve gerçek bir kulun, sevgili
Yaratıcısı'na nasıl yönelmesi gerektiğini en mükemmel
haliyle göstermekte, insanın ruhunu ve canını nurla boğarak
bütün varlığıyla Rabbine yönelmesini sağlamaktadır.
Adından da
anlaşılacağı üzere bu muazzam dualar demeti, Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) ikinci göbektan torunu ve Ehl-i Beyt'in dördüncü
imamı olan "Seccad" adıyla maruf İmam Ali b. Hüseyin
b. Ali b. Ebu Talib'e (a.s) aittir; duanın bütün ruhumuza işlemesini,
Yüce Yaratıcımız'ın zâtının aşkıyla
varlığımızın kavrulmasını ve O Yüceler
Yücesi'nin dergahına elimizle birlikte kalbimiz ve bütünüyle ruhumuzun da
açılmasını istediğimiz anlarda bu muhteşem duayla
kucaklaşmakta ve bahar yağmurlarıyla taptaze bir teravete ve can
bulan taze filizler gibi bu duanın doyumsuz pınarından kana kana
içmekteyiz.
Şia'nın onbinlerceye varan
hadislerinin en önemli kısmı Ehl-i Beyt-i Resulullah'ın (s.a.a)
beşinci ve altıncı imamları olan İmam Muhammed
Bâkır b. Ali ile İmam Cafer Sâdık b. Muhammed (aleyhimâ
selâm)den (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) rivayet edilmiş ve
yine önemli bir bölümü de sekizinci imam Ali Rıza b. Musa hazretlerinden
(a.s) naklolunmuştur. Bu üç imam döneminde Emevilerle Abbasilerin Ehl-i
Beyt (a.s) taraftarları üzerindeki baskısı kısmen de olsa
azaldığından, sözkonusu üç imam; İslam fıkıh ve
maarifinin bütün dallarıyla ilgili çok önemli ve açıklayıcı
hadisleri, babaları vasıtasıyla dedeleri Hz. Resulullah'tan
(s.a.a) Müslümanlara aktarabilme fırsatı bulmuş ve böylece
İslam dünyasına muazzam bir defineyi miras bırakmışlardır.
Bugün Şia mezhebinin Caferî mezhebi
adıyla anılmasının nedeni Şia'nın en fazla
rivayetinin altıncı İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s)
hazretlerinden ulaşmış bulunmasıdır. Emevilerin
çöküş devrini yaşadığı, Abbasilerin de halka
baskıda bulunabilecek kadar iktidara henüz musallat
olmadığı bir geçiş döneminde yaşadığı
için eğitim ve tebliğ faaliyetlerini yürütme imkanı bulan İmam
Cafer Sadık (a.s) hazretlerinin hadis, maarif ve fıkıh
dallarında 4000'i aşkın öğrenci yetiştirdiği
bilinmektedir.
Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife İmam
Cafer Sadık'la (a.s) ilgili olarak şöyle diyor: Şu kısa:
"Cafer b. Muhammed (a.s) hazretlerinden daha fakih kimse görmedim!"[189]
Malikî mezhebinin imamı Malik b. Enes bir
konuşmasında şöyle der: "Cafer b. Muhammed'in (a.s)
yanına bir süre gidip geldim, bu müddet zarfında onu daima şu üç
halden birinde gördüm: Ya namazdaydı, ya oruçluydu, ya da Kur'an tilavet
etmedeydi. Bence ilim ve ibadette Cafer Sadık b. Muhammed'den (a.s) daha
faziletli birini kimse ne duymuş, ne de görmüş değildir!"[190]
Bu kitapta mümkün mertebe özet yoluna
gittiğimizden, Ehl-i Beyt İmamları (a.s) hakkında
diğer İslam alimlerinin görüşünü okuyucunun kendi
mütalaasına bırakıyoruz.
Biz, İslam'î bilimlerin
oluşması ve ilerlemesinde Şia'nın önemli bir rol
oynadığı inancındayız. Bazı araştırmacılar
İslam'î bilimlerin Şia'dan kaynaklandığı inancındadır,
bu hususta epey eser de kaleme alınmış olmakla beraber biz,
Şia'nın bu bilimlerin temelinin oluşmasında en önemli etken
olduğu kanaatindeyiz ki bunun en bariz delilleri, çeşitli
İslam'î bilim dallarında Şia bilginlerinden günümüze kadar
ulaşmış bulunan temel kitaplardır. Fıkıh ve usul
dallarında yazdıkları binlerce eserin önemli bir bölümü bir
hayli zengin bir muhtevaya sahip olup kendi dalında bir şaheserdir.
Tefsir ve Kur'an bilimleri üzerine yazılmış binlerce eser, akaid
ve kelam ilmi konusunda binlerce eser ve diğer İslâmî bilimlerle
ilgili binlerce eser... Bunların bir kısmı bugün Şia kütüphanelerinde,
bir kısmı da yurtdışında tanınmış
kütüphane veya müzelerde umuma açıktır. Bu mekanların
müşahedesi halinde durum kolaylıkla açığa çıkar.
Tanınmış bir Şia bilgini
bu kitapların bir listesini çıkarmış ve bu listenin sedace
fihristi 26 büyük cilt halinde yayınlanmıştır.[191]
Sözkonusu fihrist kaynakça onlarca yıl önce hazırlanmıştır. O tarihten bu yana, geçmiş Şia alimlerinin eserlerini derleme, elyazı ve basma orjinalleri tespit etme ve henüz sayısı belli olmayan yeni kitapların tasnif ve telifi vb. çalışmaların aralıksız sürdüğü gözönünde bulundurulacak olursa mezkur rakama binlerce yeni kitabın eklenmesi gerektiği kolayca anlaşılır.
79-
Biz, dürüstlük ve sadakatin,
İslam'ın vazgeçilmez prensiplerinden olduğuna inanmaktayız.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır çünkü: "Allah dedi ki: Bu, doğrulara
(sâdık olanlara) doğru söylemelerinin yarar
sağladığı gündür."[192]
Hatta bazı ayetlerde, kıyamet
gününün asıl ödülünün dürüstlük, doğruluk ve sadakat
karşılığında verilecek ödül olduğu geçer; imanda,
Allah'a verdiği sözleri tutmada, ahdini yerine getirmede ve hayatın
bütün boyutları ve safhalarında dürüst olup sâdakat göstermektir bu:
"...Allah
(sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları, sadakatlerinden
dolayı mükafatlandıracaktır..."[193]
Daha önce de belirttiğimiz gibi biz
Müslümanlar, Kur'an'ın sarih hükmü gereğince günahkâr olmayan masumlar
ve doğrularla birlikte olmakla mükellefiz: "Ey iman edenler, Allah'tan
sakının ve doğrularla (sadıklarla) birlikte olun."[194]
Bu nokta o kadar önemlidir ki Allah Teâla
Resulüne "her işe sadakatle başlayıp her işten
sadakatle çıkmayı dilemesini" buyurmaktadır:
"Ve
de ki: Rabbim, beni (girilecek yere) doğru (sadık) bir girişle
girdir ve çıkarılacak yerden de doğru (sadık) bir
çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı
bir kuvvet ver."[195]
İşte bu nedenledir ki İslam'î
rivayetlerde, Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlerin ana ilke ve
prensiplerinin sadakat, doğruluk ve ister iyinin, ister facirin olsun,
hiçbir durumda emanete ihanet etmeme gibi sıfatlar olduğu geçer.[196]
Bu ayet ve rivayetler
ışığında biz de, eliniz0deki kitapta elimizden
geldiğince meseleleri dürüstçe, samimiyetle ve sadakatle anlatmaya çaba
gösterdik, bilgiyi emanet olarak algılayıp sadakatle sunduk ve her
şeye rağmen hakkı ve hakikati olduğu gibi beyan etmeyi
tercih ettik, umarız bu vazifeyi yerine getirme, hakkı ve hakikati
söyleme hususunda Rabbimiz bizi başarıya kavuşturmuş olur:
"Tevfik
ve başarı elbette ki Allah'ın elindedir."
Elinizdeki kitapta Ehl-i Beyt'in
(Allah'ın selamı onlara olsun) izleyicisi olan Şia okulunun
İslam usul ve füruu hususundaki akaid ve inançları zerrece
değişim ve tahrif olmaksızın özetle akratıldı ve
bu inançlarla ilgili Kur'an, sünnet ve ilgili İslam ulemasının
ana kaynaklarından belge ve gerekçelere kısaca işaret edildi.
Meseleleri çok kısa ve özetle belirtmeyi
amaçladığımızdan ilgili bütün belge ve kaynakları
tafsilatıyla aktarma yoluna gitmedik tabi.
Buraya kadar ki bütün bahsimizin, özü
itibarıyle aşağıdaki neticeleri verdiği
inancındayız:
1) Elinizdeki kitap, Şia inanç ve akaidini gayet öz bir
şekilde, kolay anlaşılır bir üslup ve nitelikle
açıklamakta, beyan etmektedir. Çok kısa ve öz bilgiler ve kaynaklarla
elinizdeki hacme indirgenmiş olan bu küçük kitap, aslında son derece
yoğun ve hacimli bir ekip çalışmasının ürünü olup
diğer İslam mezheplerine mensup Müslümanlarca, hatta Şia üzerine
araştırmada bulunmak isteyen gayri müslimlerce şiiliği
kaynağından tanıma imkanını yaratmakta ve bunun için
uzun ve yorucu mütalaalara gerek bırakmamaktadır.
2) Bu özlü kitapçığın; inançlarımız
hakkında eksik veya yanlış kanaatler taşıyan, bilmeden
hakkımızda haksız yargılarda bulunan veya bizi, ilmen
muteber ve emîn olmayan şahıs, kitap ve kaynaklardan duyup
öğrenmiş bulunan samimi ve dürüst kardeşlerimiz (ve
araştırmacılar) için bir hüccet-i ilâhi olabileceği ve
meselenin bütün açıklığıyla anlaşılması için
hiçbir gerekçeye yer bırakmamaş olacağı
inancındayız.
3) Bu kitapçık mütalaa edildiğinde, Şia okuluyla
diğer İslam fırkaları arasındaki
farklılıkların, vahdet, el ve gönül birliği içinde olmayı
engelleyecek nitelikte olmadığı kolayca
anlaşılacaktır. Zira esasen bütün İslam mezhepleri
arasındaki müşterekler (farklı noktalarla kıyaslanamayacak
kadar) fazladır, İslam düşmanlarıysa müşterek
düşman olup bütün İslam mezheplerini tehdit etmektedir.
4) Biz inanıyoruz ki:
Müslümanlar arasındaki belli bazı farklılıkları
büyütmeye çalışarak ihtilaf yaratıp onları birbirine
düşürmeye, kanlı savaşlar çıkarıp Müslümanları
birbirine kırdırmaya azmeden meşum eller vardır; dünya
coğrafyasında hızla yayılan ve giderek yeryüzü küresinin
önemli bir bölümüne güneş gibi ışımaya başlayarak
komunizmin çöküşünü başta kapitalizm gelmek üzere bütün maddî ve
beşerî ekollerin çıkmazlara girip iflas ettiği
çağımızda, İslam'î şahlanışı
zayıflatmak ve İslam'ın bu muazzam ilerleyişini durdurmak
isteyen malum ellerdir bunlar.
Müslümanlar onlara bu fırsatı
tanımamak ve İslam'ın dünya çapında tanınması
için mükemmel bir ortamın oluştuğu bu şartları en iyi
şekilde değerlendirmekle yükümlüler.
5) Biz şuna can-u gönülden inanıyoruz ki İslam mezheplerinin
uleması bir araya gelerek samimiyet ve takvayla yekdiğerini
kucaklayıp kör taassup ve inattan tamamen uzaklaşılmış
bir ortamda ihtilaf ve farklılıkları inceleyecek ve bunları
ciddiyetle elekten geçirecek olursa aradaki ihtilaf ve farklılıklar
çok önemli ölçüde azalacaktır. Evet, bütün ihtilaflar bir
çırpıda giderilmeyebilir ama bu tür ihlaslı bir
yaklaşımın mevcut ihtilafları çok asgarî bir seviyeye
indireceğini ve İslam düşmanlarının birçok tehlikeli
oyunlarının böylelikle bozulacağını da unutmamak
gerekir; nitekim şu son günlerde bir grup Ehl-i Sünnet ulemasıyla
Şia alimlerinin İran'ın Zahidan kentinde bir araya gelerek
çeşitli oturumlardan sonra bu ihtilaf mevzularının önemli bir
kısmına son vermiş olması, Allah Teâla'nın hepimize
emaneti olan yüce İslam namına son derece değerli, sevindirici,
ihlaslı ve övgüye değer bir girişimdir.[197]
Sözlerimizi, Rabb-ul Âlemin hazretlerinin
hepimize öğretip bildirmiş olduğu şu duayla
noktalıyoruz:
"...
Rabbimiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan kardeşlerimizi
bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara
karşı bir kin bırakma. Rabbimiz; gerçekten sen çok
şefkatlisin, çok esirgeyicisin."[198]
Bu eserin hazırlanmasında emeği geçenler:
1) Hüccet-ul İslam Muhamed Rıza
Aştiyani
2) Hüccet-ul İslam Muhammed Cafer
İmami
3) Hüccet-ul İslam Abdurrasul Hasani
4) Hüccet-ul İslam Seyyid Şemseddin
Ruhani
5) Hüccet-ul İslam Muhammed Esedi
6) Hüccet-ul İslam Muhamed Muhammedî
7) Hüccet-ul İslam Hüseyin Tusî
[1]- Zâriyat / 20, 21.
[2]- Âl-i İmrân / 190, 191.
[3]- Haşr / 23 - 24.
[4]- Zuhruf /84.
[5]- Hadid / 4.
[6]- Kâf / 16.
[7]- Hadid / 3.
[8]- Buruc / 15.
[9]- Bazı ayetlerden Allah Teâla'nın Kürsüsünün bütün gökleri ve
yeri kapsadığı anlaşılmaktadır. "O'nun
kürsüsü bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır."
(Bakara/255) Buna göre O'nun "Arş"ı bütün kainatı kuşatmıştır.
(Çünkü Arş, Kürsüden daha kapsamlı bir olgudur).
[10]- Şûarâ / 11.
[11]- Tevhid (İhlas) / 4.
[12]- En'am / 103.
[13]- Bakara 55.
[14]- A'raf / 143.
[15]- Bu rivayet pek meşhurdur ve İbni Abbas'tan
ulaşmıştır, ancak, Nehc'ul Belagâ'da da aynı anlam da
ibare vardır: "Şüphesiz Kur'an'ın bir
kısmı, bir kısmını doğrular..."
(Nehc-ul Belga, 18. hutbe) Yine 103. hutbede de Kur'an'ı şöyle
tanıtmıştır: "Kur'an'ın bir kısmı, bir
kısmıyla konuşur; bir kısmı diğer bir
kısmına tanıklık eder."
[16]- Nehc-ul Belaga, 179. hutbe.
[17]- Nisâ / 48.
[18]- Zümer / 65.
[19]- Zümer / 62.
[20]- Şûrâ / 12.
[21]- İnsan / 3.
[22]- Necm / 39.
[23]- Usul-ü Kâfi, c: 1, s: 160 "el-Cebru vel-kaderu vel-emr-u beyn'el
emreyn" babı.
[24]- Beyyine / 5.
[25]- Bakara / 284.
[26]- Maide / 44.
[27]- Maide / 110.
[28]- Neml / 40.
[29]- Bakara / 97.
[30]- İnfitar / 10.
[31]- A'raf / 37.
[32]- Fussilet / 30.
[33]- Ahzab / 9.
[34]- Hud / 77.
[35]- Yunus / 3
[36]- A'raf / 59, 65, 73, 85...
[37]- Fussilet / 54.
[38]- Buruc / 20.
[39]- Bihar-ul Envar, c: 68, s: 23.
[40]- Bihar-ul Envar, c: 6, s: 293.
[41]- Gurer'ul Hikem.
[42]- Nisâ / 165.
[43]- Ahzab / 7.
[44]- Ahkaf / 35.
[45]- Ahzab / 40.
[46]- Mümtehine / 8.
[47]- İslam veya hiçbir din, kimseye zorla kabul ettirilemez, ama her
insan, kabul ettiği dinin ve bu cümleden olmak üzere her Müslüman da
İslam'ın bütün emirlerine uymak zorundadır. Zira kabulden sonra
ahit vardır ki bu da bağlayıcıdır. Dinin kısmen
kabulü sözkonusu edilemez, tamamına uyulmalıdır, bkz: Ahzab / 36
- çev).
[48]- Bakara / 256.
[49]- Merhum Meclisi, Bihâr-ul Envar'da bu cümleyi bazı masumlardan
aktarmış, ancak isim zikretmemiştir, bkz: Bihâr, c: 25, s: 205.
[50]- Âl-i İmran / 79.
[51]- Nisa / 172.
[52]- Cinn / 26- 27.
[53]- Âl-i İmran / 49.
[54]- Yusuf / 102.
[55]- En'am / 50.
[56]- Âl-i İmran / 49.
[57]- Yunus / 3.
[58]- Bakara / 255.
[59]- Bakara / 254.
[60]- Nisâ / 64.
[61]- Yusuf / 97-98.
[62]- A'raf / 188.
[63]- Bakara / 285.
[64]- Maide / 3.
[65]- A'raf / 157.
[66]- Hadid / 25.
[67]- Hucurat / 13.
[68]- Kurtubi Tefsiri, c: 9, s: 6162.
[69]- Rum / 30.
[70]- Bakara / 285.
[71]- Maide / 15, 16.
[72]- İsrâ / 88.
[73]- Bakara / 23.
[74]- Bihar'ul Envar, c: 2 s: 280, 44. hadis.
[75]- Hicr / 9.
[76]- Zümer / 17, 18.
[77]- Nahl / 89
[78]- Nisa / 135.
[79]- Maide / 8.
[80]- Müzzemmil / 2- 4.
[81]- Müzzemmil / 20.
[82]- Muhammed / 24.
[83]- Kamer / 17.
[84]- En'am / 155.
[85]- Bazı tarih
kitaplarında Abbasi halifesi Me'mun'un bir kâdının (hâkim) da
yardımıyla" Kur'an'ın mahluk olmadığına
inananların devlet görevinden derhal uzaklaştırılması
ve mahkemelerde böylelerinin şahitliklerinin kabul edilmemesi"
yolunda ferman çıkardığını yazmışlardır.
Bkz: Tarih-i Cem-i Kur'an-ı Kerim, s: 260.
[86]- İsra / 72.
[87]- Bakara / 171.
[88]- Maide / 64.
[89]- Hud / 37.
[90]- İbrahim / 4.
[91]- Vesâil, c: 18, s: 28, hadis:
22.
[92]- Bkz: Mebahis-u Fi Ulum'il
Kur'an: Menan'ul Halil'el Kottan (Riyaz'ın tanınmış
alimlerinden) s: 304.
[93]- Nehc-ul Belaga, 210. hutbe.
[94]- Sahih-i Buhari, c:1, s:38,
“Nebi'ye (s.a.a) yalan isnadında bulunma" bâbı.
[95]- Sahih-i Tirmizi, c:5, s:662;
"Menâkıb-u Ehl-i Beyt'in Nebî (s.a.a) 3786 no'lu hadis. Bu hadisin
senetleri, daha ileride değineceğimiz imamet konulu bahsimizde
etraflıca verilecektir.
[96]- Nisa / 87.
[97]- Naziat / 37- 41.
[98]- Nehc'ul Belaga, kısa
sözler: 131.
[99]- Mü'minun / 115.
[100]- Câsiye / 21.
[101]- En'am / 12.
[102]- Kaf / 15.
[103]- Yâsin / 78-79.
[104]- Ahkâf / 33.
[105]- Yâsin / 79.
[106]- Kıyamet / 3 ve 4.
[107]- Ör: Yasin / 51, 52. Kamer / 7 ve Mearic / 43.
[108]- Secde / 17.
[109]- Buhari ve Müslim gibi tanınmış Ehl-i Sünnet
muhaddisleriyle Tabersî, Âlusî ve Kurtubî gibi meşhur müfessirleri bu
hadis-i şerifi eserlerinde kaydetmişlerdir.
[110]- Hakkâ / 19- 25.
[111]- Yâsin / 65.
[112]- Fussilet / 21.
[113]- Zelzele / 4- 5.
[114]- Meryem / 71- 72.
[115]- Bu meşhur hadis, Ehl-i Sünnet ve Şia
kaynaklarının çoğunda, az
farkla geçer, bkz: Kenz'ul Ummal, 39036 no'lu hadis, Kurtubi, c:6
s:4175'de Meryem, 71. ayetin tefsirinde;
Şeyh Saduk da Emâli kitabında bu hadisi İmam Sadık
hazretlerinden (a.s)
aktarmıştır. Sahih-i Buhari'de de "Cehennem köprüsü:
Sırat" başlıklı bir bab mevcuttur. bkz: c:8, s: 146.
[116]- Enbiya / 47.
[117]- Kaaria / 6-9.
[118]- Müddessir / 38.
[119]- Enbiya / 28.
[120]- Bihar, c:8, s:42.
[121]- Kenz'ul Ummâl, 39041 no'lu
hadis, c:14, s:390.
[122]- Bihar, c:8, s:56, hadis: 66.
[123]- Mü'minun / 100.
[124]- Âl-i İmran / 169.
[125]- Mü'min / 26.
[126]- Rum / 55- 56.
[127]- Sahih-i Tirmizî c:4, Sıfat-ul Kıyamet kitabı, bab: 26,
hadis: 246. Şia kaynaklarında da bu hadis hem Müminlerin emiri Hz.
Ali'den (a.s) hem Hz. İmam
Zeynelâbidin'den (a.s) nakledilir, bkz: Bihâr-ul Envar, c:6, s:214-218.
[128]-
Tevbe / 89.
[129]-
Ra'd / 35.
[130]-
Âl-i İmrân,15.
[131]- Tevbe / 72.
[132]- Tefsir-ul Ayyâşî, Tevbe Suresi 72. ayetin tefsirinde,
El-Mizan'ın 9. cildinden naklen.
[133]- Fecr / 27- 30.
[134]- Tevbe / 119.
[135]- Fahr-i Râzî bu ayetin
tefsiriyle ilgili detaylı açıklamalardan sonra şöyle demektedir:
Bu ayet, masum olmayan ve "hata edebilir" olanların, masum olan
"hatasızlar"a uymalarının farz olduğunu göstermektedir
ki, bu masumlar "sâdık ve doğru"lar olarak
tanımlanıyor. Binaenaleyh bu ayetteki hüküm gereğince,
"hata edebilir" olanlar "hata işlemez" olan masumlara
uymalı ve onlarla olmalıdırlar ki, masumlar onları hata
işlemekten korusun. Bu hükmün belli bir zamana mahsus olmayıp, bütün
zaman ve çağları kapsaması, her çağ ve zamanda bir masum ve
"hata işlemez bir velî"nin varolduğunu göstermektedir. Tefsir-i
Kebîr, c:16, s:221.
[136]- Bakara / 124.
[137]- Bakara,124.
[138]- Sahih-i Tirmizi, c:5, s:662.
[139]- Sünen-i Dâremi, c:2, s:432.
[140]- Hasais-i Nesai, s:20.
[141]- Müsned-i Ahmed, c:5, s:182 ve Kenz'ul Ummâl, c:1, s:185.
[142]- Bu hadis Sahih-i Müslim, c:3,
s:1453'de Cabir b. Semure tarafından Hz. Resulullah'tan (s.a.a)
nakledilir. Çok az bir farkla Sahih-i Buharî c:3 s:101, Sahih-i Tirmizi, c:4,
s:501 ve Sahih-i Ebi Davud, c:4, Kitab-ul Mehdi'de de geçmektedir.
[143]- Bu hadis birçok yerde ve farklı kanallarla Hz. Peygamber'den
(s.a.a) nakledilmiş olup hadisi rivayet edenler arasında 110 sahabe
ve 84 tabiinin adı geçer ki bu da 360 adet tanınmış
kaynaklarda kayıtlıdır! Burada daha etraflı açıklama
imkanı olmadığından, dileyenler daha etraflı bilgi için Peyam-ı
Kur'an c:9'un s:181'den sonraki bölümüne müracaat edebilirler.
[144]- İbn-i Esir'in Kâmil'i, c:2, s:63, Beyrut basımı,
Dar-us Sadır. Aynı mesele çok az bir deyiş farkıyla
Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçer, bkz: c:1, s:11 ve İbni Ebi'l Hadid:
Şerh-u Nehc'il Belaga, c:3, s:210'da ve daha birçok ana kaynaklarda bu
mazmunla ilgili yüzlerce hadis ve rivayet vardır.
[145]- Buhari, "Maraz-un Nebi "babı, s:11, 5. cüz'de ve
Sahih-i Müslim, c:3, s:1259'da bu mesele teferruatlı bir şekilde
kayıtlıdır.
[146]- Hk. 24 Şevval 1396'da "Rabıtat-ul Âlem-il
İslamî"nin İdare'tu Mecma-ul Fıkh'ıl İslamî
bölümünün müdürü: Muhammed Muntasır el-Ketânî imzalı
yayınına bakınız.
[147]- Mücadele / 22.
[148]- Tevbe / 100.
[149]- Câmiu Ahadis'iş- Şia, c:1, Mukaddemat'tan s:18, 116 no'lu
hadis.
[150]- Usul-u Kâfi, c:1, s:58 hadis-
121.
[151]- Âl-i İmran / 190.
[152]- En'am / 65.
[153]- En'am / 50.
[154]- Enfâl / 22.
[155]- Kehf / 49.
[156]- Tevbe / 70.
[157]- Âl-i İmrân / 108.
[158]- Bakara / 286.
[159]- Hud / 82.
[160]- Rum / 41.
[161]- Ra'd / 11.
[162]- Nisâ / 79.
[163]- Bihar-ul Envar, c:5, s:17, 23. hadis .
[164]- Bkz: El- Mesâil-ul Mustahdese: Ayetullah Mekarim Şîrâzî.
[165]- Usul-u Kâfi, c:2, s:74,
Bihar-ul Envâr, c:67, s:96.
[166]- Câmi-ul Ahâdis, c:1, s:18, hadis: 127. Bu eserde, konuyla ilgili daha
birçok hadis geçmektedir. Biz sadece bunlarla yetindik.
[167]- Mü'min / 28.
[168]- Âl-i İmran / 28.
[169]- Vesâil, c:11, s:461, hadis: 6, bâb: 24. Bazı rivayetlerde
"Yeryüzünde Allah'ın kalkanı" tabiri geçer.
[170]- Tanınmış müfessirlerin büyük çoğunluğu bu
hadiseyi aktarmışlardır. Bkz: Esbab-un Nüzul: Vâhidî. Taberi,
Kurtubî, Zemahşeri, Fahr-i Râzi, Beyzâvî ve Nişâburî'nin
tefsirlerinde Nahl Suresi'nin 106. ayetinin tefsiri kısmında da bu
hadis aktarılmaktadır.
[171]- Sünen-i Tirmizi, c:1, s:354, bab: 138 ve: Sünen-i Beyhâkî, c:3, s:
167.
[172]- Bkz: Sahih-i Buhari'de Cabir b. Abdullah Ensari'den "Teyemmüm
bâbı"nda, c:1, s:91 ve Nesâ'nin Sahih’inde aynı senetle
aynı adlı kısımda geçer. Ahmed'in Müsned'inde İbn-i
Abbas'tan, c:1 s:301 ve Şia kaynaklarında da muhtelif yollarla Hz.
Resulullah'tan- s.a.a- nakledilmiştir.
[173]- Bu rivayetler ve mevzuyla ilgili geniş bilgi için bkz: el-Gadir,
c:5, s:93-207.
[174]- Büyüklerin bu ziyaretlerle ilgili tavsiye ve durumları için daha
önce verdiğimiz kaynaklara bakılabilir.
[175]- Sahih-i Müslim, Ebu Davud,
Nesâi, Müsned-i Ahmed, Sahih-i Tirmizi ve Sünen-i Beyhâki.
[176]- "Hasan'la Hüseyin cennet
gençlerinin efendisidirler." Bkz: Sahih-i Tirmizi'de Ebu Said Hudri ve
Huzeyfe'den naklen, c:2, s:306-307 ve Sahih-i İbni Mâce'de
"Ashab-ı Resul'ün(s.a.a- Faziletleri" babında ve
Müstedrek-us Sahihayn, Hilyet-ul Evliya, Tarih-i Bağdad, İbn-i
Hacer’in "İsabe" kitabı, Kenz-ul Ummal, Zehair-ul Ukba ve diğer
kaynaklarda bu hadis sıkça geçer.
[177]- Emevilerin kökünü kurutan Horasanlı Ebu Müslim "Muhammedoğullarının
Rızası" sloganıyla Müslümanları
arkasına almıştır. Bkz: İbni Esir'in Kâmil'i, c:5,
s:372. Tevvâbin'in kıyamı "Ey Hüseyn'in Kanı!"
Şiarıyla gerçekleşmiştir. Bkz: Ae, c:4, s:175. Muhtar b.
Ebi Ubeyde Sakafi'nin kıyamı da aynı sloganla gerçekleşti,
Ae, c:4, s:288. Aynı şekilde, Abbasilere karşı kıyam
eden Fahh olayının sahibi
Hüseyin b. Ali de Müslümanları "Muhammed (s.a.a) evlatlarının
rızasını kazanmaya" davetle kıyamını
başlatmıştır. Bkz: Mekâtil'ut Talibiyyin, s:299, Taberi
Tarihi, c:8, s:194.
[178]- İbni Esir'in Kamil'i c:2 s:163 ve İbni Hişam’ın
Siyeri, c:3, s:104.
[179]- Taberi Tefsiri, c.5, s.9.
[180]- Dürr-ul Mensur, c.2, s.140; Sünen-i Beyhâki, c.7, s.206.
[181]- Müsned-i Ahmed, c:4, s:436, Sahih-i
Buhari, c:7, s:16 ve Sahih-i Müslim, c:2, s:1022'de "mut'a
nikahı babı"nda ilgiliri vayetler pek fazladır.
[182]- Sünen-i Beyhâkî, c:7, s:206'yla birçok başka eserde buna yakın
ifadelerle geçer. Ayrıca mut'anın Hz. Resulullah (s.a.a), 1. halife
Ebubekir ve 2. halife Ömer'in hilafetinin belli bir dönemine kadar helal olup uygulanmakta olduğuna ve
Ömer'in ömrünün son yıllarında bunu haram ilan ettiğine dair
el-Gadir'de Sihah ve Sünen'lerden 25 hadis ve rivayet nakledilir. Bkz: el-Gadir
c:3, s:332.
[183]- ed-Dürr-ül Mensur, c:6, s:379.
[184]- Daha etraflı bilgi için bkz: Peyam-ı Kur'an, c:9, s:259 ve
sonrası.
[185]- Tenkıyh-ul Makaal Fi İlm'ir Ricâl, Abdullah b. Seba kelimesi
ve diğer büyük Şia rical kitaplarında.
[186]- Bkz: Bir Yalancının Düzmeceleri:Abdullah İbn-i Seba: Allame
Askeri, Türkçesi: A. Gölpınarlı.
[187]- Şia'nın Medine'den
bu bölgelere yayılmasının da pek mazlum bir tarihi vardır.
Hem Emeviler, hem Abbasiler döneminde olmadık katliam, baskı ve
eziyetlere maruz kalan şiilerin önemli bir kısmı bu iki dönemde
zindanlarda ve sürgünlerde can vermiştir. Neticede kimi mağribe, kimi
de maşrike (doğuya) gitmek zorunda kaldı. İdris b. Abdullah
b. Hasan Mısır'a gidenlerden biridir. Oradan Fas'a (Mağrib'e-
geçerek Fas'ta İdrisoğulları Devleti'ni kurdu. Hicri 2. yy'a
kadar süren İdrisoğulları'ndan sonra Mısır'da da bir
Şia devleti kuruldu.
Kendilerini
İmam Hüseyin'in (a.s) ve Hz. Fatıma'nın (a.s) oğulları
olarak gören bu grup, Mısır şiilerinin yardımıyla
burada bir Şia devleti kurdular, bugünkü Kahire şehrini de bu
şiiler kurmuşlardır. Resmen hk. 4. yy'da
varlığını ilan eden Fatımiler Devleti'nin toplam 14
halifesi olmuş, bunların 10'u Mısır'da ve Afrika'nın
ona yakın diğer bölgelerinde hüküm sürdürmüşlerdir. Bugünkü
el-Ezher Camii'yle el-Ezher Üniversitesi'nin ilk kurucusu olan Fatımiler
adlarını Hz. Fatıma'dan(a.s- almışlardır. (Bkz.
Dairet-ul Maarif-i Dehkoda, Dairet-ul Maarif-i Ferid Vecdî, ve el-Muncid Fil
A'lam'da "Feteme" ve "Zehere" kelimeleri.)
[188]- Sahih-i Müslim'in mukaddemesiyle; Feth-ul Bâri Fî Şerh-i Sahih-i
Buhâri'ye bakınız.
[189]- Tezkiret-ul Huffaz, Zehebî, c.1, s.166.
[190] Tehzib-ut Tehzib, c.2, s.104; Esed Haydar'ın "Kitab-ul
İmam Sadık"ından naklen, c.1, s, 53.
[191]- Bu kitabın adı "ez-Zeriatu ilâ tesânif-iş
Şia" olup tanınmış müfessir ve muhaddis Şeyh
Ağa Bozorg Tahranî tarafından yazılmıştır.
Yazarın bütün özelllikleriyle bu kaynakçaya aldığı
eserlerin sayısı 68 bini aşkındır.
[192]- Mâide / 119.
[193]- Ahzab / 24.
[194]- Tevbe / 119.
[195]- İsra / 80.
[196]- Bkz. Bihar'da İmam Sadık'tan (a.s) naklen, c.68, s.2 ve
c.2, s.104.
[197]- Konuları çok özet aldığımızdan, elinizdeki
kitabın hacmini artırmamak için bu oturumları burada
aktarmıyoruz, ancak, isteyenler Kum Dinî İlmiye havzasının
çıkardığı "Peyam Dergisi"nden bu oturumlarda
konuşulanları bulabilirler.
[198]- Haşr / 10.